stop-the-time

Kuşak çatışması: Mutluluk mu, anlam mı?

İsteklerinin hemen olmasını bekleyen, işler beklediği daha doğrusu arzu ettiği gibi gitmediğinde olay çıkartanlara değişik harflerle adlandırılan kuşak isimleri veriliyor. Lokantada oturuyorum; kapıdan içeri giren adamla kadın merhaba’sız biçimde garsona ‘buradaki yetkili kim’ diye soruyor. Garson cüssesinden beklenmeyecek bir ‘cool’luk içinde, ‘benim’ dediğinde, çiftin kuşak harfini tayin etmiş gibi. Biz şuraya geçiyoruz, dediklerinde, bütün masalar rezervasyonlu diye cevap vermesi çift için bırakın kabul edilirliği, anlaşılır bir yanıt değil. Dolu mu, boş mu diye sormuyorlar; sadece bildiriyorlar, oysa. Ama genç garson kız öyle bir durmakta ki, ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun’ diyen bakışlarını ceplerine koyup gidiyorlar. Garsona ‘nasıl becerdin kavgasızca göndermeyi’diye sordum: ‘Deneyim doktor bey, deneyim.’
Hak bilmek. Düzenli okurlarıma bıkkınlık gelecek kadar bahsettiğim konu, ‘hak bilmek’, yine geri geldi. Kendine hak bilmek, kendi hakkını savunmak başkasının hakları söz konusu olduğunda ne yaptığınıza bağlı olarak faşizan bir ruh durumunun çekirdeği oluveriyor. Hak, ölçülmesi biçilmesi zor bir ‘olgu’ olduğundan ötürü, haksızlık da ruh durumunuza ve hayata bakışınıza (yetişme tarzınızın seçiminize yardım ettiği ideolojinize) bağlı olarak ortaya çıkıveriyor. Hakça durumu eşitlik olarak gördüğünüzde sizden 20 kilo daha ağır ablanıza bir köfte daha verilmesini haksızlık saymanız çok kolay; oysa kilo başına düşen köfte miktarı açısından baktığınızda büyük olasılıkla ablanıza haksızlık yapılıyor. Ama o ‘fazladan’ köftesinin yarısını size vermekten çekiniyor.
Haksızlık karşı çıkmamız gereken bir durum, ama genellikle başka haksızlıkları savunmak ve gerçekleştirmek için yürütülen bir mücadeleye dönüşüveriyor. Anne-babalara sorulduğunda çocukları için en derinden dilekleri ‘hakkını savunsun, güçlü olsun, kendini ezdirmesin’ oluyor. Okullarda zayıf gördüğü çocuğu dövmeye kalkan iri yarı oğlan ‘ama o da sinirime dokundu’ derken, kendince bir hak yerine getirme hissi içinde. Durumu dengeliyor: Sen sinirime dokundun, ben de sana ‘dokunuyorum’!
‘Her şey hemen ve istediğim gibi olsun’ arzusunun yaygınlığı ve engel tanımazlığı hakkında yazanlar ‘içinde bulunduğumuz narsisizm çağı’ndan ‘toplumu kaplayan ‘borderline’ karakterler’e kadar uzanan psikolojik açıklamalar getiriyorlar. Zamanın hızlanması, aşırı çalışmanın kişisel/bireysel hayata yer bırakmaması, üretim fazlasını tüketecek doymazlığın yayılması gibi başka felsefi/siyasi/ekonomik açıklamalar da akla yakın. Üstelik benim gibi bu konuları yazarak dile getiren bir çok kişi aynı ‘hastalık’tan muzdarip olduğu(muz) için, kendi hayatımızdaki benzer eğilimleri görmüyoruz. Emniyet şeridine girenlere, kuyrukta kaynak yapanlara karşı etik duruş sergilerken, kendimiz aynı hareketleri yaptığımızda ‘zorunluluktan’ yaptığımız öne sürerek sıyrılmaya, bizim yaptığımız haksızlığın haklı nedenlere dayandığı için ‘farklı’ olduğunu söyleyebiliyoruz. Yalan mı?
O zaman bu etik ikilemden nasıl çıkacağız? Pusulamızı şaşırmış vaziyette iyilikle dolup taşarken yaptığımız en büyük iyilik dilenciye ya da yoldaki sokak çalgıcısına para vermekten ibaret oluyor. Adaletsizliğin gördüğümüz kısmına tepki verip yürüyoruz. Twitter’daki protestolarımızda olduğu gibi, ‘kahrolsun xyz; eee, akşama n’apıyoruz’ düzeyinde kalıyor.
Bu soruların cevabını bulamamış olsak bile yapabileceklerimiz var; örneğin, haksızlıklara ilişkin tepkimizi bir ‘edebiyat’ olmaktan çıkartmak. Kendi yaptığımız haksızlıkların bir listesini çıkartmak, uğradığımız haksızlıklar listesini çöpe atmak. Öfkenin uzatılmış ve zamana yayılmış şekli olan ‘kin’ haksızlık duygusundan beslenir. Yeni haksızlıklar yapmanın enerji kaynağıdır. Kin kelimesi sadece yeni nesillere mevcut iktidarca bir güzel özellik diye yakıştırılmaz, sınıf kini gibi ne anlama geldiği belirsiz sözler sol literatüre de yerleşeli çok olmuştur. Kin, nefret, öfke gibi duyguların insani yanları olmakla birlikte, haksızlık algısının beslediği bu duygular yok edici olmamızı kolaylaştırır. Yok ediciliğin, zarar vermenin bireyler düzeyindeki etkisinin anlamsızlık hissi olduğunu belirteyim.
Anlam’ın değerini vurgulayan düşünür/psikiyatr Viktor Frankl, toplama kampı yaşantılarına dayanarak yazdığı İnsanın Anlam Arayışı (1946) kitabında Hayatta bir anlam varsa eğer, acı çekme’de de bir anlam olmalı’ dediğinde, bugünün mutlu olmayı her şeyin önüne koyan yaklaşımını öngörür gibiydi. Kendi yaşamımızdan büyük bir hedefe dönük yaşamayı, bu amaca karşı sorumlu hissetmeyi mutlu olmaya çalışmanın önüne koyan Frankl bir mutluluk karşıtı guru’dan ziyade mutluluğun hayatın tek amacı olmadığını söylemekteydi. Oysa, ‘içinden geleni yap, engel tanıma, yeter ki iste, çocukluğunu yaşa’ kuşağı, parasına gecelik repo faizi alır gibi ‘her şeyin karşılıklı, ama önce bana’ olduğu bir dünya hayaline inandırılmış durumda. Vermeden almayı hak biliyor, çünkü daha baştan başkalarına göre bir ayrıcalığı olduğuna, bu dünyaya vermeye değil almaya geldiğine inanıyor. Söylemi sol ya da sağ olsun, haksızlığa kendisine dokunduğu ölçüde karşı çıkarken, aşk, sevgi, hoşgörü romanları sözcükleri dillerden düşmüyor. Araştırmalar almayı vermeye tercih edenlerin daha mutlu, daha dertsiz olduklarını söylüyor. Demek ki neymiş, mutlu olmak istiyorsanız, alın, tuttuğunuz kopartın.
Kolay olmayan her şeyi reddeden, zahmet etmeyi ancak ucunda bir menfaati varsa yapan birisi olmayı nasıl bir sosyal ya da psikolojik ortam, beslemiş olabilir? XYZ kuşağının çocuk olduğu yıllara bakmak ve onların anne-babalarının ruh halini anlamak istersek yaklaşık 35-40 yıl önceye gitmemiz gerekecek. O yılların gençlerinin ya da yeni anne-baba olmuş olanlarının, hele okumuş yazmış olanlarının oturup düşünmesini istediğim, cevabını bilemediğim bir soru.
Garson yandaki masaya hesabı getirdi. Adam hesaba göz gezdirirken, ‘salatayı yazmayı unutmuşlar’ dedi; kadın ise: ‘şşt, ses etme, yazsalardı, onların sorumluluğu’.