İstanbul, Ne Yapsalar Çirkinleşmeyen Güzel

 

Yiğit Tuna ile Sanayi313 websitesi için Haziran 2020’de yaptığımız konuşmanın tam metni

ist 1978 pasabahce iskelesi

(Fotoğraf: YY, Paşabahçe, 1978)

Hepimizin bu şehirde zamanında keşfettiği, belki kendine sakladığı ve gidip vakit geçirdiğinde iyi hissettiği yerler vardır; bir dükkân, bir yokuş, bir park… Sizin için İstanbul’un bu noktası neresi? Peki, karantina sürecinde İstanbul’da en çok nereye gitmeyi özlediniz?

Bu sorunun cevabı aslında hangi yaş grubunda olduğumuza göre değişiyor çünkü yaşamımızın değişik evrelerinde farklı yerler ve ortamlardan hoşlanıyoruz. Yirmili yaşlarda kendi İstanbul rutinimi o zamanlar trafiğe açık İstiklal Caddesi ve Balık Pazarında yeme içme keyfi yapıp, oradan Emek Sineması’na gitmek olarak tanımlayabilirdim. Aile ilişkilerinin ağır bastığı daha ileri yaşlar içinse aynısını söyleyemem, bu odak değişti, çocuklarla gidilecek yerlere kaydık, damağımız gözümüz seçicileşti, zahmete zorluğa daha az dayanır olduk.  Karantina döneminde, görmemiş, tanımamış olduğum yerlere  “özlem” hissettim. Bir tür “neyi kaçırdım” duygusu hâkim oldu. Hiç bilmediğim, tanımadığım  yerlere özlem duydum. Orada olduğunu bildiğim, ama gitmediğim görmediğim yerleri özledim.

Beşiktaş İlçesinde, Arnavutköy Mahallesi’nde oturuyorum. Uzun bir süredir bu bölgedeyim ve hala girmediğim sokaklar, önünden geçmediğim evler var. Bazen denizden motorla geçerken “Şu evin oradan hiç geçmedim” ya da “bu evin oraya hangi sokaktan gidiliyor acaba” diye düşündüğüm oluyor. İstanbul’a özlemim daha çok bu yönde. İstanbul’un her noktası çok keyifli.

Şehri hiç bilmeyen bir gruba İstanbul turu yaptıracak olsanız, onlara hangi durakları gezdirirdiniz?

Misafirlerimin görmelerini istediğim yerlerden ilki çarşılardan birisi oluyor. Balık pazarlarından birinde ayaküzeri yemek yenen yerler… Ben de başka ülkelere gittiğimde ayaküstü yemek yenen yerleri merak ediyorum. Dışarıdan gelen birinin bir günü varsa, kesinlikle boğazda -özel tutulmuş bir tekneyle değil- bir dolmuş motoruyla gezmesini isterim. İskelelere yanaşıp ayrılmalarla, durup kalkmalarla… Boğazın hem Avrupa hem Anadolu kıyısından geçen çok güzel şehir hatları vapurları ve motorları var.. Tarihe meraklı birinin Kariye Müzesini görmeden gitmesini istemem, ya da spora meraklı birinin bir stadyum boşalırken önünden geçmesini isterim. Şehrin yaşanmışlık hissini veren yerlerini göstermek de isterim. Ev sahipliğinin, bir yandan empoze edici de olabilen, her şeyi göstermeye çalışma arzusuna kapılmak çok kolay, tabii. Merkez (taşranın zıttı anlamında) olmaktan çoktan çıkmış bir şehrin görkeminin aslında hâlâ sürdüğünü kanıtlamak istercesine debelendiğim de az olmuyor.

Eğitim hayatınızda İstanbul dışında da birçok şehirde bulundunuz. Bugün geriye dönüp baktığınızda İstanbul’u diğerlerinden ayıran özellikler neler?

Bence büyüdüğüm şehir İzmir de hâlâ çekici bir şehir; ama, kentin ucundan “yetiştiğim” 1960lardaki dönüşümü sonrasındaki haliyle güzel demek zor. Ama, seviyorum işte.

İstanbul’a ise daha ziyade hayranım, adeta erişilmez bir güzel karşısındaki hayranlık gibi bir his bu. Bunu daha iyi canlandırabilmek için, şehre Atatürk havalimanından çıkıp sahil yolundan geçerek geldiğinizde sizde yarattığı duyguyu, veya köprüyü geçerken sağa sola baktığınızda hissettirdiği ağzı açık kalasıya ve böylesi olamaz dercesine şaşkınlığı düşünün.  Ben İstanbul’un hakikaten çok güzel olduğunu düşünüyorum.

Bu şehrin enerjisinin, insanlarının, doğasının her gün yaptığımız işlerimiz üzerinde bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Şehrin bomboş olduğu şu pandemi zamanında, doktor olarak birkaç kez evden çıkmam bir yerlere gitmem gerekti. Ama kentin insanların yokluğuyla, boşluğuyla da çirkinleşmediğini, hüzünlü olduğunu ama güzelliğini kaybetmediğini gördüm.

1960lar ve 70lerde çocuk ve genç olarak İzmir’de büyüdüm, okudum, biraz da Ankara, temel kimliğimi oralarda edindim. 1980lerde Anadolu’da Suriye sınırında Gaziantep’in Oğuzeli adlı bir kasabasında, Çanakkale’nin Biga ilçesinde genç bir hekim olarak çalıştım. Hemen o sıralar Kıbrıs’ta askerlik yaptım. 1990larda ABD’de New Haven adlı kentte çalıştım ve yaşadım. Kıyaslamalarım bu yerlerle… İstanbul’da her köşeden karşınıza o güzellikle ilgili bir şey, bir parça çıkabiliyor, hiç aklınıza gelmeyen bir şey… O güzellikler ve o güzelliklerin zamana dayanmışlığını görmek beni etkiliyor, dayanıklı bir güzellik. Teşbihte hata olmaz, yüzüne kezzap atılmış bir güzelin şiddete karşı duran güzelliği gibi, onurlu ve saygı uyandıran bir duruş, ne yapsalar bir türlü çirkinleşmeyen bir kent.

Karantina demişken, bu dönemde hepimiz normal rutinimizde olmayan bir şeyler yaptık. Siz neler yaptınız; bu vesileyle kendinizle ilgili keşfettiğiniz yenilikler oldu mu?

Ben salgının ilk iki ayında zaten evde kalma mecburiyetindeydim,  bu sürenin bir dönemini de hasta olarak geçirdim. Dolayısıyla karantinaya ek olarak sağlık açısından çok sıra dışı bir durumdaydım. Mart sonunda başlayan karantina dönemim, salgının tehdidini iliklerimde hissettiğim, hayati tehlikesini yakından yaşadığım bir zaman dilimi oldu. İlk günlerde evdeki hasta yatağında yatarken, dışarının sessizliğini ya da Boğaz’dan o ara tek tük geçen gemilerin makina dairesinden gelen sesleri uzaktan dinlerken aklıma geliyordu; “Bu şehir ne kadar güzel…” Sonraki haftalarda yattığım hastane odasının penceresinden Hürriyet-i Ebediye anıtını görebiliyordum; daha önce yıllarca şöyle bir bakıp geçtiğim anıt, hastane penceresinin baktığı caddenin diğer yanında 100 yılı aşkın zamandır olduğu yerde, öylece dururken ben onu orada görüp varlığını ve anlamını hissettim. İçinde yaşadığım yerle ilgili daha fazla bilmem gerektiğini, bunun bir saygı gereği olduğunu düşündüm. İstanbul öyle bir yer ki evde (ya da hastane odasında) kaldığınız zaman bile pencereden dışarıya baktığınızda kendinizi şehirle ilgili düşünmekten alıkoyamıyorsunuz. Takıntılı bir tutku yaratan bir yanı var.

Mesleğe başladığınız ilk zamanları ve bugüne kadarki süreyi düşündüğünüzde, o zamanlardaki en büyük motivasyonunuz neydi, şimdi ne ve sizce bu zamanla değişiyor mu?

İlk etapta motivasyonum insan davranışını ve yaşantısını açıklama, dışarıdan bakan bir gözlemci olma merakıydı. Ama hekimlik yapmaya başladıkça, henüz pratisyen hekimken, taşrada mecburi hizmetli olarak çalışırken insana dışarıdan bakan bir antropolog gibi değil, insanla iç içe ve onu anlamaya çalışmaya dayalı bir mesleğim olduğunun farkına vardım. Dolayısıyla açıklama merakım anlama merakına dönüştü. İnsanın sıkıntı çekmesini, acı çekmesini azaltmak tıbbın temel amacı. Psikiyatri ruhsal acıyla ilgileniyor ama biliyoruz ki birçok hastalık da, pandemide olduğu gibi kendisi olarak değil bulaşma olasılığıyla ve başkalarını yok ediciliğiyle ruhsal acı yaratabiliyor, kaygı endişe, korku…  İnsanı bu varoluşuyla anlamaya yöneldim. Yaptığım iş onyıllardır genelde bu eksende gidiyor, anlama ve sıkıntısını giderme. Anlama, yol gösterme ve bazen de çaresizliği paylaşma.

Önümüzdeki yeni normal dönemde, mesleğinizin hangi yönlerde evrileceğini öngörüyorsunuz?

Yeni normale geçici normal diyorum. Birisi diyebilir ki, “Bundan önceki de geçici değil miydi?” Doğru ancak geçicilik uzunca sürdüğünde, ömrümüze oranladığımızda sonunda geçecek olsa bile zihnimiz kendi zaman çerçevesinde “kalıcı” diye düşünüyor. Örneğin İstanbul’un onüçüncü yüzyılın başında Haçlı ordularının işgalinde kaldığı yaklaşık 70 yıl süresince İstanbul’da doğup ölen insanların normali o sıradaki rejim olan “Latin cumhuriyeti” oluyor, başka bir dünya görmedikleri, tasavvur da edemedikleri için ilelebet devam edeceğini düşünüyorlardı. Normalleri geçici, ama kendi deneyimleri kalıcıydı.

İçinde bulunduğumuz dönemde olduğu gibi aynı anda birden çok normal eşzamanlı var olduğunda kafamız karışıyor. Kafa karışıklığının artması yaşam karşısındaki davranışlarımızı etkiliyor. Önceden taşıdığımız kırılganlıklarımız varsa bunların ürettiği davranışlarımız bizim yaşamı bildiğimiz gibi sürdürmemizi zorlaştıracak düzeylere varıyor. Psikopatoloji genellikle normalde varolanın rahatsız edici, yaşamı engelleyici ya da başkalarıyla beraber yaşamla bağdaşmayan bir aşırılık şeklinde ortaya çıkmasıyla ilişkili. Sırf İstanbul’a geldiği için, normali değişerek içinde yaşadığı şehire özgü sıkışıklık, izdiham, yalnızlık gibi sebeplerle ruh sağlığı bozulan, gelmeseydi farklı bir normalde daha az zorlanabilecek insanlar var. Bu geçici normallerin, hayatımızda zaman içinde birikmiş çapraşıklıklarla üst üste aynı anda gelmesi çoğumuzu ruhsal olarak zorluyor, bazılarımızda kırılmalara yol açıyor. Zorlanmanın kırılmaya döndüğü durumları öngörebilmek, önleyebilmek mesleğimin ana hedeflerinden birisi.

Psikiyatr olarak benim işimin bir kısmı zorlanmanın vardığı noktanın, insan varoluşunu sürdürmeye ne kadar engel olduğunu anlamaya çalışmak. İnsanoğlunun yapısında sıkıntı, acı, üzüntü, korku ve kaygı var; tabii, umut, neşe, sevinç de… Bunlar normal duygular. Ancak normal’in değişimiyle birlikte, içinde olunan anormal durumda kimimizde normal duyguların aşırılaşarak, sınırı aşarak, zihnimizin işleyişini bozacağını ve anormal etkileri olacağını düşünüyorum.

İçinde olduğumuz bu yeni ya da geçici normal, insanların ruhsal zorlanmalarının bir ruhsal bozukluğa dönüşmeden söndürülmesini, kontrol edilmesini sağlayacak mekanizmaların üretileceği bir dönem de olabilir.  Bu çabalara bir katkım olabilir mi diye düşünüyorum. Bunun da tek tek kişilerle yapılacak uygulamaların ötesinde toplumsal düzeyde etkisi olacak iyileştirici müdahaleler ya da düzenlemelerle olacağını düşünüyorum. Felaket zamanları bu bakış açısını ön plana çıkartıyor, gerekli kılıyor. Benzer bir dönüşümü 1999 depreminde yaşamış, bu bakış açısıyla müdahaleler tasarlayıp geniş bir ekiple beraber uygulamıştık. Kendimi giderek bir doktor olmanın ötesinde psikolojik bir iyilik hali yaratma amaçlı bir sosyal dayanışma örgütlenmesi içinde görüyorum.