Travmaya Uzaktan Tanık Olmak

Travmaya tanık olmak canlıların hayat hakkına saygılı herkesi etkiler.

Soma’da aynı anda çok sayıda kişinin canını kaybetmesiyle beraber yaşadığımız sarsıntı bir ruhsal travmadır. Bu travma en başta ve doğrudan canını zor kurtarmış maden işçilerini ve yakınlarını maden ocağında kaybetmiş olanları etkiledi. Peki ya Soma’da yaşamayıp uzakta olanlar nasıl etkileniyor? Acıya ve ölümlere tanık olup bir şey yapamamanın verdiği güçsüzlük, tanımasak da insan olarak aynı zemini paylaştığımız için ölümlerinden ve yakınlarının üzüntüsünün herkese yayılması ile.

Üstüne ölümün yüzlerce insanı bu kadar kolayca almasını olağanlaştırıp azımsayan iktidar bakış açısı, öfkeyi tahrik ederken üzüntüye yer bırakmayan, acıya saygısız tutum.

İktidardayken kendi güvenliğini en yüksek öncelik görüp, olan biten her olayı buna tehdit olarak değerlendirenler 1999’da ne olup bittiğini hatırlamalılar.

Adapazarı’nda dört yıl kadar süren afet sonrası psikososyal müdahale çalışmamızın ilk 6 ayı içinde çocuklardaki travmaya bağlı ruhsal sorunları ölçerken, kendimize mihenk olarak Samsun ve İzmir’deki çocukları seçmiş, onları deprem merkezine uzaklıkları sebebiyle ‘normal kontrol grubu’ olarak kabul etmiştik. gelin görün ki, bizim normal kontroller neredeyse Adapazarı ve Değirmendere’deki çocuklar kadar travma semptomu göstermekteydiler. Bu semptomları televizyonlardaki deprem görüntülerini izlemişlikleri, deprem bölgesindeki acı olayları evlerindeki büyüklerin konuşmalarından duyup dinlemişlikleri ölçüsünde fazlalaşmaktaydı.

Travmatik bir olayı ve sonrasını  ‘uzak’tan görmek, çekilen acıyı hissetmek, hissederken çaresizliğe kapılmak travmatize olmayı sadece kolaylaştırır. Travmatik acının üzüntüye değil de öfkeye evrilmesi ise, yetkili ve sorumlu gördüklerimizin üstlerine düşeni yapmadıklarına kanaat getirdiğimizde olur. 1999 depreminde olduğu gibi önce bir tür günah keçisi gibi önce müteahhitlere yönelen, hükümetin ise birkaç yıl sonraki seçimlerde silinip gitmesinde rol oynayan öfke budur. Ancak öfke yas sürecinin yaşanmasını önler. Yaşanmamış yas vücutta biriken bir zehir gibi ruhsal yapıyı bozar. Şiddet, fanatizm, değer çarpılmaları ve toplumda yoğun bir tutuculaşma doğurur. Bugüne bakarken bunu hatırlamalıyız. Toplumumuz yaslarını hakkıyla ve tam olarak yaşayabilmelidir ki, ayağındaki bağları çözüp ilerleyebilsin.