mutlulukguvenlik

Ortak düşünce bireysel bakış

Kütlenin tek parçalığı (oluşturanların aynılığı) vurgulandıkça, gruba uyumu yüksek ancak kendi başınayken pasif ve zayıf hissedenlerin oranı giderek artar

İlk biçimini 2013’te yazdığım bir yazı. Barışsevmezlik, şiddet, farklılığa tahammülsüzlük eninde sonunda gelip (insana düşman) olmaya varır. Öte yandan, insan olmayı sürdürmek, insan kalmak ise toplumların zor dönemlerde haysiyetli biçimde ayakta kalmasını sağlar.

Vasilikos’un romanından Kosta Gavras’ın 1969’da sinemaya aktardığı ‘ölümsüZ’ (Z) filmini seyrettim. Film belirsiz bir ülkede geçse de, 1967’deki Albaylar darbesinden önceki dönemde, Yunan solunu ezmek için hem polis/jandarma-ordu/yargı üçlüsü, hem de sivil eli-sopalı ‘halk’tan milisler (geçim derdinde ve gündelik hesaplara kapılabilen fırıncı, manav, işportacı gibi mesleklerden kişiler) arasındaki işbirliğini hemen tanırsınız. Gelecek vaad eden barışçı bir akademisyen/politikacının (gerçek adı Lambrakis) göz göre göre sokak ortasında öldürülmesi ve katillerin ortaya çıkartılması sürecini anlatan filmi bulup görün. Müziği içinize işleyecek, hikayesi ise bitmek bilmeyen ve bildik bir döngüyü hatırlatacak.

Z’de anlatılan ve giderek kesişen hikayelerden birisinde siyasi anlamda sağla solla alakası olmayan ama vicdanının sesine kulağını tıkayamayan insanların toplumdaki yeri tasvir ediliyor. Görünüşte düzen yanlısı ama jandarmanın, polisin şaşırtmacasını aşabilen bir savcı, katillerle beraber takılacak kadar yakın ama bir insana zarar verilmesine tahammülü olmayan bir marangoz… Gerçeği parça parça buldukça, gerçeğin dönüştürücü etkisiyle başkalaşıyorlar.

Marangoz annesine gidip bildiklerini savcıya anlatacağını söyleyince, annesi öldürülen kimmiş diye sorar. Marangoz, solcu bir siyasetçi olduğunu söyleyince, ‘eh yapmıştır bir şeyler’ anlamında söylenir. Tonton görünüşlü kadının sıradan acımasızlığı, bilmediği tanımadığı insanlar hakkındaki yalanlara kolayca inanması ilk bakışta akla aykırı gözükse de, sosyal psikoloji alanındaki çalışmalara bakınca ya da ülkemizde ‘sıradan’ insanın yakın geçmişte yaşananlara, kaybedilen hayatlara bakış açılarını (‘neyineymiş senin parktı, bahçeydi; varmıştır başka hesabın; vurur da öldürür de’) hatırlayınca, başka türlüsünün kendiliğinden olmayacağı apaçık.

Bilgimiz olmayan konularda karar vermemiz ya da görüş belirtmemiz gerektiğinde ne yaparız? Güvendiğimiz insanların görüşüne başvururuz. Ne yaptıklarına bakar, aynısını yapmaya çalışırız. Taklit yetimiz bizi bilinmezliğin verdiği kaygı duygusundan kurtarır, elimiz kolumuz bağlı hissini aşar, ‘bir şeyler yaparız’.

Peki görüşüne güvendiğimiz, dolayısıyla kendimizi görüşüne teslim ettiğimiz (‘ne derse o’) insanlar kimlerdir ? Bildik tanıdık kişiler. Bildik tanıdık kişilerin bir kısmı çevremizde beraber olduklarımız, anne-baba, aile… Ancak önemli konularda, memleket meselesi mesela, ‘kanaat önderleri’ ön plana geçer. Gazetelerde, televizyon programlarında her boşlukta karşımıza çıkan (ya da çıkartılan) kişilerin fikirlerini tekrarlayıp, irdelemeden düşünmeden olduğu gibi aktararak ‘kendi’ fikrimizi ortaya koyarız.

Bildiklik, pazarlamanın anahtarlarından marka bilinirliğinde olduğu gibi, kişiyle ne kadar çok karşılaşırsak, ne kadar adını sanını, yüzünü görürsek, o kadar artar. Hele görünüşü, duruşu vs ile ipuçlarını tamamlıyorsa, ya da eski usulle, memleketlimiz, askerlik arkadaşımız gibi ‘referans’lara sahipse, beynimiz nezdinde ‘bildik, tanıdık’ kategorisine dahil olur. ‘Bizden’ ve ‘güvenilir’ olana görüşünün doğru olup olmadığını sormayız ; ‘ne derse o’dur, öylece kabul ederiz. Başka türlü düşünmenin zahmetine katlanamayız.

Siyasetin güven duygusu uyandırma kısmını doğruyu söyleme ya da iyi şeyler yapma eylemlerinden ziyade doğruyu söyleyeceğiniz ya da kötü şeyler yapmayacağınız inancını oluşturmaya dönük faaliyetler oluşturur. Basın-yayın ya da internet vb. gibi ‘medya’ araçlarının ana işlevi inandırıcılık için gereken bildiklik/tanıdıklık hissini oluşturmaktır.

Sandık ya da oylama büyük bir grubun iradesini yansıtarak toplumun doğruyu bulma (en uygun yöneticiyi belirleme kararı gibi) çabasının bir aracı olabilir. Herkesin kendine özgü bir bilgi alanı, kendi düşünce sistemi olduğu takdirde, kalabalıkların ortak düşüncesi (anketler, oylamalar) ‘en doğru’yu bulup çıkarmakta çok başarılı oluyorlar. Karma gruplar, farklı mesleki kökenlerden gelen kişilerden oluşma kurullar değişik uzmanlıkları bir araya getirerek, seslerin toplamından o zamana değin akla gelmedik sonuçları ve çözümleri ortaya çıkartmanın bir yöntemi olarak görülürler.

Oylamalarda propaganda adı altında toplanabilecek her faaliyet ise bu süreçte bilginin yönünü sınırlayıcı bir işlev görebilir. Her noktada karşımıza sadece tek tip bilgi çıktıkça, hele bu çocuk yaştan başlatılırsa, giderek bilgimiz, ve irademiz daralır. Grup ne derse, onu yapmaya başlarız. Gruptan farklı olmak dışta kalmaya, ayrı düşmeye yol açacaksa, ‘fark kalsın, ben böyle iyiyim’ demek daha kolay olur. Üstelik, çocukluğumuzdan başlayarak evde ve okulda edindiğimiz alışkanlık, gelenek ve görenekler, toplumun teşvik ettiği yön otoritenin görüşünü ‘fazla sorgulamaksızın kabul’ yönünde ise,

Birörnek düşüncedeki insanların ortak düşüncesi zenginleştirici olamaz. Hepsi aynı biçimde düşündükçe, kendilerini doğrulayan görüşlerden başkasını duymayan görmeyenlerden oluşan ‘tek parça, ayrımsız, bütünleşmiş ve hep bir arada hareket eden, oluşturan parçaların yok olduğu bir “kütle” ortaya çıkar. Bu kütleye uymayan bireysel çıkışlar ya da farklı bakışlar ise, tek tek farklı düşünen insanlar olacağını kavramak mümkün olamayacağı için ancak başka bir dış kütlenin (casus, hain, lobi, komünistler Moskova’ya) parçası olmanız ile açıklanabilir.

Kütlenin tek parçalığı (oluşturanların aynılığı) vurgulandıkça, gruba uyumu yüksek ancak kendi başınayken pasif ve zayıf hissedenlerin oranı giderek artar. Kütle ya da otoriter toplumun içindeyken uyumlu bireyler evlerine gittiklerinde hissettikleri acz duygusunu aşmanın yolunu evlerindeki zayıflara uyguladıkları şiddette ararlar. Ev içi şiddetin artışı kütlenin yapısının birörnekleşmesine işaret eder.

Eğitim sürecinin eleştirel düşünmekten çekinmeyen, başkasıyla aynı düşünmek zorunda hissetmeyen bireyler doğurması ise bu ‘esas’ kütleyi parçalamaz, zenginleştirir.