Okul ve Ruh Sağlığı: Koruma, Güçlendirme, Saptama ve Önleme

Türkiye Özel Okullar Derneği tarafından düzenlenen 20. Geleneksel Eğitim Sempozyumu Programı’nda Yankı Yazgan’ın konuşması Stajyer Psk. Ece Cantay tarafından düzenlenmiştir. 

Resim1

Bu fotoğraf nedir diye bakarsanız; öğretmenlerle buluştuğumda hemen hemen hiçbiri hayatta olmayan öğretmenlerimi anmadan geçemeyeceğim. Çünkü bu fotoğraflardaki kişilerin her biri için söyleyeceğim birçok söz var. Öğretmenlerimi burada anarken bir kısmı da böyle anılmayı umarak işlerini yapmadılar ama gelecek inşasının bir parçası olarak uğraştılar ve yaşamdaki görevlerini yerine getirmiş olmanın rahatlığı ile çoğu aramızdan ayrıldı.

Bu dönem ruh sağlığı konusunu özellikle gündeme getirmemin sebebi, içinde olduğumuz son iki yıldır pandeminin katkısıyla, sadece pandemiye bağlı olmayan ama dünyanın içinde zaten sürüklenmekte olduğu büyük değişim noktasında ruh sağlığımızın nasıl etkilendiği daha büyük önem kazandı. Burada sadece yılmazlık kısmı dışında ayrıca “Ruh sağlığının bozulma durumlarını nasıl fark ederiz, önleriz, korunuruz?” gibi kavramlara değinmeyi önemli buluyorum.

Pandemi ile birlikte olağandışı bir durumla karşı karşıyayız. Ben çocuk ve ergenlerle ağırlıklı olarak çalışan bir psikiyatristim, Okullara olan ilgim birkaç sorumluluktan dolayı çıktı. Çocukların içinde olduğu iki ana gelişim ortamından bir tanesi aile ise diğeri de okuldur. Bu ikisi ile birlikte çalışmaksızın çocukların gerek ruh sağlığını korumak gerekse ruh sağlığında olan bozuklukları düzeltmek, önlemek pek mümkün değil. O nedenle yaptığımız klinik işin, gerçekleştirilmesini sağlamak açısından okulların kritik bir önemi var. Çocuğa nasıl davranılacak, değişik nörogelişimsel sorunları olan bir çocuk okul eğitimini nasıl alabilecek, davranış problemleri nasıl yönetilecek gibi, daha birey odaklı çalışmanın ötesine geçmeme sebep olan durum “sıra dışı koşullar” oldu.

Resim1

Bu görüntüleri bir kısmımız hatırlayabilir; malum 1999 büyük Marmara depremi.  O sıradaki sıra dışı koşullarda okullarda acaba ruh sağlığı için ne yapılabilir? sorusunun cevabını ararken okullar ve öğretmenlerle tekrar bir araya gelindi. Bu da gördüğünüz gibi yarısı yıkık prefabrik bir okul binasında bir öğretmen eğitimi. Bu da o zamanki bir kreş, hatırlayanlar mutlaka vardır.

Resim1

Bir afet olduktan sonra toplumda, o toplumun kendisini tekrar toparlaması için okullarda yürütülecek canlanma programları yaratılıyor. Bu programlar içerisinde öğretmenler bir tür “klinik ulak” yani “medyatör” rolünü alıyor. Medyatör, “moderatör”den farklı olarak bir mesajı alıp bir tarafa götüren, bunu yaparken kendisi de dönüşen anlamına geliyor. “Moderatör” daha dışarıda kalan, “medyatör” ise sürecin içine giren, o süreçten etkilenen; aynı zamanda öğrettiğinden öğrenen anlamına geliyor. Bunun sebebi şu: Yüzbinlerce çocuğun etkilendiği ve büyük bir bölümünün ciddi riskli olduğu, çocukların, ailelerin paramparça olduğu, büyük kayıpların yaşandığı bir durumda, annelerin babaların kendi standart rollerini oynayamadığı koşullarda acaba okullar bizim sağlayacağımız ruh sağlığı hizmetlerinin bir parçasında aktif bir rol oynayabilirler mi? Onu araştırdık, bunu denedik. Hem hizmet sunduk hem de bunu bir araştırmaya dönüştürdük ki ileride dünyada, yine felaketler olduğunda acaba bundan yararlanabilir miyiz?

3 yıllık bir süreç sonunda verileri değerlendirdiğimizde özellikle Travma Sonrası Stres Bozukluğu semptomlarında ciddi bir düşüş olduğunu gördük.

Resim1

Burada belki dikkat edilmesi gereken, okullar ve ruh sağlığı açısından baktığımızda, “risk faktörü” dediğimiz çocuğun maruz kaldığı değişik travmatik faktörlerin yanı sıra örneğin; anne babasından birini kaybetmiş olmak, daha önceden gelen bir ruhsal bozukluğu veya gelişimsel bozukluğu olmak, yoksul olmak, travma sonrasında aşırı etkilenebilecek koşullarda olmak gibi faktörler de risk oluşturuyor. Özellikle risk faktörleri ayrıştırılanlarda bu hizmetin daha da etkili olduğunu gördük. Bunun da bize öğrettiği şeylerden birisi: Eğer elimizde sınırlı kaynak varsa, tıpta triyaj diye de bilinen, önceliği kime vereceğimiz konusunda da belli bir farkındalığımız olması gerekiyor.

Bu 3 yıllık araştırmada bir kontrol grubu da vardı. Kontrol grubu gösteriyor ki hiçbir şey yapılmasa da zaten insanlar iyiye gidiyor.

Resim1

Hiçbir şey yapılmamış olanlarda da -üstteki kesikli çizgide görüldüğü gibi üç yılın sonunda müdahale edilenlerle aynı yerde buluştu. O nedenle bazen bir şeyi düzeltmekten ziyade, eninde sonunda iyiye gidecek bir şeyi mümkün olduğunca az hasarla ve verimli şekilde, çocuk için en iyi şekilde geçirmeye dönük. Şimdi içinde olduğumuz zor dönem de elbet bir gün mazi olacak. Bütün iş, o olana kadarki zor dönemlerde, özellikle ruh sağlığı ile ilgili aktif pozisyon almak. Bu benim, bu konuya ilgi duymamın hikayesi, bu hikaye her zaman geçerliliğini sürdürüyor.

Bu arada teşekkürlerimi de sona bırakmayayım. Sabancı Vakfına okul çalışmalarında verdiği düzenli ve sürekli destek için, Hacı Sabancı Anadolu Lisesi ve Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi yönetici, PDR, öğretmen, öğrenci ve velilerine aktif katılımları ve süreci ileri taşıdıkları için  AÇEV kurucularına sosyal duygusal öğrenme çalışmalarının ilk adımını desteklemiş oldukları için ve Güzel Günler Klinik ekibine, yol arkadaşlığı için teşekkür ediyorum.

Öncelikle, gençlikte beyin ve ruhsal gelişim ile ilgili bazı genel prensipleri kısaca hatırlayalım.

Resim1

Bu 2002’de yapılan önemli bir çalışma, bunun yenisini yapmaya gerek yok, çünkü bir atlas gibi bu. Bir beyin atlasını oluşturduğunuzu düşünün ve bu atlasta benim bugün kullandığım parçası, beyin kabuğunun nasıl inceldiği. Daha çok gri maddeden oluşan beyin kabuğunun incelmesinin birkaç manası var. Birisi, bu sürecin gerçekleştiği ölçüde davranışsal ve bilişsel gelişimin ilerliyor olması.

İkinci husus, beyin kabuğunu oluşturan nöron grupları arasındaki haberleşmeyi sağlayan beyaz madde diye bilinen alanın gelişmesi, olgunlaşması suretiyle bu incelme arasındaki ilişki. Bunun önemi şu: Beynin değişik bölgelerinin tek tek gelişmesi bir mana taşımıyor. “Beynimin sol tarafı çok büyük, o yüzden benim sol taraf aktivitelerim çok iyi” demek yetmiyor çünkü sol tarafta üretilen süreçlerin, başka taraflara da iletilebilmesi gerekiyor ki yerini bulsun.  Çünkü beyin aslında bir işbirliği sistemi.

O nedenle beynin incelmesindeki bu gelişmeyi, bu illüstrasyonda da görebilirsiniz. Arkadan öne doğru giderek yaş büyüdükçe, beş yaşından yirmi yaşına kadar arkadan öne doğru bir mavilik geliyor, bu beynin gelişiminin arkadan öne doğru olduğunu bize gösteren bir bilgi. Beynin ön bölgesi, özellikle düzenleme ve denetim sistemlerinin kaynağı olan, yatağı olan yer.

Özellikle duygu ve davranışla ilgili sistemleri denetleme, durdurma, regüle etme diye bilinen görevleri yapan sistemler daha çok beynin ön bölgesinde. En son da bu sistemler gelişiyor. Dolayısıyla dürtülerin ve duyguların yoğunlaştığı örneğin; 14-16 yaş döneminde beynin ön bölgesi hala beynin geri kalanındaki o kaynayan kazanı kontrol edebilecek kapasitede değil. Ortaokul diye kastettiğimiz dönemin, yani erken adolesans döneminin, gerek psikiyatri, psikoloji veya başka literatürlerde de biraz ihmal edilen bir dönem olduğunu, adeta herkesin uzak durduğu, bir “ara-geçiş dönemi” gibi görüldüğü bir zaman olduğunu da not edelim.

Resim1

2007 yılında Temple Üniversitesi’nden bir gelişim psikoloğu Steinberg ve arkadaşlarının yaptığı bu araştırmada “Yaşa göre riskli davranış eğilimleri” adlı bir endeks geliştiriyorlar. Riskli davranışlara örnek olarak babasının arabasını alıp kaçmak, sigara içmek, içki içmek, uyuşturucu kullanmak verilebilir. Kısaca, yaşına uygun olmayan ve zarar vericilik potansiyeli yüksek bir davranışta bulunmak olarak tanımlanabilir. Burada bu riskli davranış endeksinin 10-11 ve 12-13 yaş civarında nasıl tırmanışa geçmiş olduğunu, tırmanışın 17’den sonra düşmeye başladığını, bunun da biraz önceki bu gri maddenin yani beyin kabuğunun inceliş sürecine paralel bir seyir izlediğini görebilirsiniz. Ben bu dönemi “risk sever yıllar” olarak kabul ediyorum. Çocukların kendini yapmaktan alıkoyamadığı zamanlar. Bu şu bakımdan önemli: Riske yatkınlığın adeta doğal olduğu, bir tür dürtülerin güdümünde olduğumuz bu yaş döneminde çocukların ruh sağlığı ile ilgili sorunların patlak verdiği ana dönemlerden birisi oluyor. Şizofreni, Bipolar Bozukluk,  Depresyon, Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi ciddi ve ömür boyu etkileri devam edebilen ruhsal hastalıklar bu dönemde başladığı gibi yine kendine zarar verici davranışlar,  kötü alışkanlıklar gibi belli bir hastalık kalıbına sokulamayan ama birçok problemin içerisinde olan durumlar yine bu yaşlarda ortaya çıkıyor. Özellikle 12-18 yaş arasını kastediyorum bu yaşlar derken.

Yine ilkokul yıllarında Dikkat Eksikliği, Hiperaktivite Bozukluğu, Disleksi ya da Otizm Spektrum Bozukluğunun daha hafif formlarının artık normal eğitim sistemi içerisinde gayet güzel yer alabildiklerini görüyoruz. Kaynaştırma mevzuatı ile birçok iyi şeyler yapılmaya çalışıldığını biliyoruz, ama birçok çocuğun ihtiyacının da arada kaynadığını görüyoruz bu tip programlarda. Bu eksikleri ile ortaokul, lise yıllarına geldiklerinde ruh sağlığı ile ilgili problemler için ciddi aday durumda oluyorlar. Bu durumda yapısal özellikleri, geçmişten kapatılmamış hesaplar ve büyük ölçüde önemli rol oynayan okulların ve öğretmenlerin bir türlü bu konulara hazır hale gelememesi rol oynuyor.

Eğitim şart, orada hiçbir şeyimiz yok ama o eğitimlerin içeriğinin genellikle, bir sebeple nedense gündelik hayata transfer edilmesindeki zorlukları, ben pratikte işin içinde olan birisi olarak görüyorum. Özellikle yüksek riskleri olan %15-18’lik dilimdeki çocuklar ve riskli davranışlara giren, ergenliği aşırı uçlarda yaşayan %50’lik dilimdeki çocuklar için değişmesi gereken bir yaklaşımdan ve gecikmelerden bahsediyoruz. Gri maddenin incelme sürecindeki gecikmeler değişik sorunlarla birlikte oluyor.

Bu döneme ilişkin bir başka kavram; yaş. Amerika’da “The Great Smoky Mountains Çalışması” diye bilinen 1990’larda yapılmış bir klasikten bir grafik.

Resim1

Gösterdiği şey şu: Depresyon oranlarının nasıl yaşa bağlı olarak yükseldiği, Major Depresif Bozukluğa (MDD) ulaştığı. Baktığımızda yine aynı şekilde 12-13 yaş arasında bir yükseliş görülüyor, ancak 8-10 yaş arasından bir tırmanış başlıyor. Burada en yüksek giden grup kimdir diye baktığınızda: Kadınlar ve kadın cinsiyetinden olan çocuklar. Kadınların olduğu iki grup var. Ailede depresif bozukluk öyküsü varsa, biliniyorsa ve tanınmışsa, bu riskin daha da arttığını görüyorsunuz kadınlarda özellikle.

Resim1

Depresyonda özellikle ağır depresyonu yaşamaya yatkınlık ile ilgili SS, yani, serotonin transporter genotipinin iki kolu da kısa olan tipte olanını taşıyorsanız depresyon riskiniz yüksektir.  İntihar riski de yüksektir. Bu çalışmada, kontrol grubu ve kötü muamele görmüş çocuklar karşılaştırılıyor. Kötü muamele görmüş bir çocuksanız, bu geni taşıyor olmanın riski depresyon açısından, dikkat ederseniz neredeyse iki buçuk katına çıkıyor. Bu şu demek: SS genine yapacak bir şey yok, çocuğun genini çıkartamayız, ama kötü muameleyi önleyebiliriz. O nedenle okulların kapalı olması, birçok durumda çocukların gördükleri kötü muamele, istismar gibi durumların gözden kaçmasını, bunları fark edebilecek kurumsal denetimin zayıflaması, aile içindeki şiddetin artması, ailelerin kendi krizlerine ayrıca sürüklenmelerini getirdi. O nedenle ruh sağlığında bir kriz var lafı geliyor. Ruh sağlığında bir kriz var, çünkü problemlerde bir artış var. Zaten artış olmaya müsait bir koşuldan bahsediyoruz. Yaşamımızda illa kötü muamele olması gerekmiyor. Boşanma, ölüm, taşınma, hastalık gibi stresli olayların sayısı ile SS genine bakıldığında, iki tane olay yaşamanın diğer gruplardan çok farklı bir depresyon skoru vermediğini görüyoruz. Ama üçüncü ve dördüncü stresli olayda örneğin; taşındınız, göçmek zorunda kaldınız, babanız işini kaybetti, yoksul düştünüz, böyle bir durum olduğunda depresif belirtilerin, depresif bir tablonun ortaya çıkması kaçınılmaz olabiliyor.

Yoksulluktan bahsetmişken, bir başka faktör: Yoksulluk ve beyin gelişimi arasındaki ilişkiyi ortaya koyan son 8-10 yıldır ciddi çalışmalar var. Bunlar tıp dergilerinde değil sosyoloji dergilerinde, siyaset bilim dergilerinde yayınlanıyor. Çünkü bu sadece tıbbın konusu değil, tıbbi teknikler kullanılarak toplumsal bir konuya bakılıyor.

Resim1

Yoksulluk sınırı genellikle 40-50bin dolardır. Sınırın altındakilere baktığınızda beyin yüzeyinin grubun geri kalanına göre çok daha küçük kaldığını görüyoruz. Beyin yüzeyinde, o kıvrımları açtığınızda net bir şekilde gelirle orantılı ölçüde bu yüzeyin azaldığını görüyoruz. Bu yüzeyin azalmasının pratik bir anlamı var mı? Evet var. Çünkü ne kadar geniş bir yüzey olursa işlemleme kapasitesi de o kadar büyük oluyor. Bu beyinin büyüklüğü demek değil, beyin yüzeyi ile ilgili bir konu. Yine aynı şekilde beyin yüzeyinin anne baba eğitimi ile de orantılı olarak değiştiğini görüyoruz. Beynin özellikle öğrenme sistemleri, ikincisi de risk ve tehlike yönetimi ile ilgili mekanizmalarının da etkilendiğini görüyoruz. Risk ve tehlike mekanizmalarının etkilenmesi ne demek? Kolayca saldırganlaşmak. Örneğin, sizin için tehditkar olmayan bir durumu, başkası için tehditkar olmayan bir durumu kolayca tehdit olarak algılamak, saldırganlaşmak, alınganlaşmak. Bunların giderek yayılması, yoksullukla daha da orantılı. Yoksullukla başarısızlık arasındaki ilişkilere bakıldığında, öğrenme için gereken odaklanma ve kendini kontrol mekanizmasındaki sistemlerin gelişim farklılıkları grup düzeyinde ders başarısızlığının neredeyse %20’sini açıklıyor. Bu farklılıkları grup düzeyi dışında, yani bireysel farklılıklara bakarak görmek mümkün değil.

Önümüzdeki dönemde, ekonomik olarak ciddi bir sıkıntıya geçilen bir dönemin içindeyiz. Önümüzdeki 10 yılın pek kolay geçmeyeceğini herkes söylüyor. İnsanca yaşamak için gereken gelir düzeyi dışında özel okullarda çalışan öğretmenlerin, en azından toplumun bir parça daha ayrıcalıklı kesimini, en iyi şekilde eğitme görevini yerine getirmesi için gereken moral ve gelişim düzeyinin sağlanması, beğenelim beğenmeyelim, kazandığı parayla orantılı. Bunu da burada bir kere daha not düşmek lazım. Çünkü yoksulluk ya da yoksul olma ihtimali, ay sonunu getirememe ihtimali başlı başına bir stres etkeni.

Bazen bir azınlıktan olmak, bir sebeple itilip kakılan bir toplumsal gruptan olmak ya da bir cinsiyetten olmak ya da kentte yaşamak bizim ömrümüzü kısalttığı gibi ruh sağlığımızı da tehlikeye sokuyor. Böyle baktığımızda içinde olduğumuz pandemi ve pandemiyle birlikte geldiğimiz zaman dilimi, bizi beklemediğimiz ya da beklediğimiz, öngördüğümüz ya da ön görmediğimiz birçok başka riskin içine sokuyor. Türkiye’de pandeminin ilan edildiği Mart 2020 ve devamındaki ilk aylarda ruh sağlığını çok fazla akla getirmiyorduk. Çünkü hepimiz canımızı kurtarmakla meşguldük. Ruh sağlığı krizleri aslında genellikle felaketin olduğu sıradan ziyade felaketin yatışmaya başlamasından sonra daha çok ortaya çıkıyor. Bu I. Dünya Savaşı’nda da böyle, II. Dünya Savaşı’nda da böyle, deprem döneminde yine böyle. Ruh sağlığı konusundaki duyarlılığımızı iyice keskinleştirmesi gerekiyor çünkü, birçok açıdan hazırlıklı olmak için çok geç değil ve bu konuda yapılabilecek birçok durum var.

Dostojevski’nin Suç ve Ceza’sında Raskolnikov, Sibirya’da sürgündeyken bir rüya görüyor ve o rüyasında tüm dünyanın, Asya’nın derinliklerinden Avrupa’ya gelen korkunç, yeni ve tuhaf bir pandemiye mahkum edildiğini hayal ediyor. Diyor ki “Bütün köyler, kasabalar, halklar enfeksiyondan deliye döndü. Herkes çok heyecanlıydı fakat kimse birbirini anlayamıyordu. Her biri gerçeği bildiğini ve diğerlerine bakarak perişan olduğunu düşünüyordu. Göğüslerine vurarak ağlıyor ve ellerini ovuşturuyorlardı. Yangınlar ve kıtlık vardı. Pandemi yayıldı ve ileri gitti”…

Pandemi insanlıkta ilk defa olmuyor, burada Raskolnikov’un rüyasında olduğu gibi ve pandeminin etkisini sadece insanları öldürmekle değil akıllarını da yerinden etmekle tanınan bir etkisi var. Ama önce şöyle bir ruh sağlığı kavramını hatırlayalım. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ruh sağlığı: Bir öznel iyi oluş. Kendini iyi hissetme, kendini yeterli hissetmek, başkalarıyla rekabet edebilecek, karşılıklı oturup konuşabilecek, kendini ortaya koyabilecek bir durumda olmak, bu potansiyeli geliştirebilmek ve dünyaya geldiğinde beraberinde getirdiği bağ kurma kapasitesini kullanmak, entelektüel ve duygusal potansiyelini ortaya koyabilmek için gerekenlerin var olması durumudur. Çok ideal bir durum değil mi böyle baktığımızda? Birçok kişi rahatlıkla “Benim ruh sağlığım bozuk.” diyebilir. Bozuk olmasa bile, “tam değil” demek, bunu bir parça “fitness” kavramına benzetebilirsiniz. Hiçbirimiz tam fit hiçbir zaman olmayabiliriz ama yeterince fit olabiliriz. Bunun ölçüsü de genellikle yeteneklerimizle uyumlu bir yaşam sürdürebilmek ve bunları geliştirebilmek, günlük streslerle başa çıkabilmek, üretken ve topluma faydalı olabilmek. Freud’a yakıştırılan ama tam nerede söylediği belli olmayan iki ana işlevi yerine getirmek: Sevmek ve çalışmak. Sevmeyi ve çalışmayı sağlayabilecek bir ruhsal durumdaysak, sağlığımız fena değil diye düşünebiliriz belki.

Pandemi ile ruh sağlığı bozuldu. Çünkü hem önceden olan sorunlar arttı hem de bir parça da hayatın sonluluğunu hatırlatan bir durum oldu. Ölmek normal ama yer yokken, vakitsiz ölmek insana acı veren, yaşamın sonunu hatırlatan durumlar genellikle insanları hayatta kalma vitesi ile yaşamaya götürüyor. Gelecek perspektifini kaybetmeye, günü kurtarmaya ve gelecekle ilgili düşünmemeye. Özellikle öğretmenliğin kendi görmeyeceği bir gelecek için insan yetiştirme misyonu olduğunu düşünürsek, Nazım’ın örneğindeki gibi “kendi meyvesini yemeyeceği zeytin ağacını diken bir insan” olarak tanımlarsak, pandemi ve benzeri felaketler o bakış açımızda bir kaymaya yol açıyor ve bu bir korku veriyor.

Resim1

Korkmamak normal değil diye böyle bir illüstrasyon yapmaya çalıştım. Çünkü korkan birine “Korkma” demek ilk işimiz. Milli marşımız bile “Korkma!” diye başlıyor biliyorsunuz ama bazen korkmak çok da anormal bir şey değil. Bütün mesele duygunun farkındalığını, duygunun adını koyabilirliğimizi muhafaza etmektir.  Çünkü korktuğumuzu bildiğimizde korku ile birlikte gelebilen davranış silsilesinin ne olacağını düşündüğümüzde bunun bile başlı başına insanın ruh sağlığını daha fazla bozulmasını engellediğini biliyoruz.

Resim1

Bu OECD verisinde benim vurgulamak istediğim, bizim konumuzla ilgili olan, çoğunluğun ruh sağlığı ile ilgili semptomları, özellikle Anksiyete ve Depresif Bozukluk semptomlarını hafif düzeyde yaşayabileceği. Yaşa bağlı olarak bu oranın azaldığını görüyorsunuz. Bu önemli bir bulgu çünkü bu aslında özellikle genç kuşağın, şu anda 18-24 geçiş yaşı olarak bilinen grubun, bilhassa ruh sağlığı problemleri açısından riskli bir noktada olduğunu ve onların gelecek için kilit noktalarda olan hayatlarının en kritik zamanlarından birinde ruh sağlığı konusunda sıkıntıları olduğunu görüyoruz. Ayrıca, neredeyse %50’ye varan bir kesim olan 25-49 yaş grubunun da sıkıntıları olduğunu görüyoruz.

Ruh sağlığı genelde nasıl etkilendi? Mesela Meksika’da yapılmış bir çalışmanın özetlerini size aktarırsam: Düşük gelirli olanlar, engelli olanlar, kadın cinsiyetten olanlar, daha küçük yaşta olanlar yani okul öncesine doğru, eğitim kitlesi açısından baktığımızda küçük yaşlara doğru gittiğimizde hem uzaktan eğitime erişim şanslarının daha az olması, uzaktan eğitim dönemindeki açıkların oluşmasını getirdi, hem de bu grupların öğrenme ile ilgili kritik fırsatları kaçırmalarını getirdi.

Okul ve öğrenimin koruyucu etkisini şöyle açıklayabiliriz: Biraz önce istismardan koruyucu etkisinden bahsettik. Birileri görüyorsa insanlar kendi davranışlarını daha iyi kontrol eder ve çocuğumuzu her gün okula yolladığımızda onu birisinin gördüğünü bilmek bizi bir hareketi yapacaksak iki kere düşünmemizi sağlar. Bu nedenle okulların açık tutulması yönündeki siyasi kararı çok gönülden desteklemiş olduğumu da burada not düşeyim. Çünkü bunun bütün pürüzlerine rağmen zorluklar getirdiğini biliyorum ama çocukları düşündüğümüzde başka bir çarenin olmadığı konusu da bütün dünyada bir uzlaşma olduğunu vurgulayayım.

Pandemi süreci ile ilgili hep öğrenci üzerinden düşünüyoruz ama öğretmenler nasıl etkilendi? Örneğin Temmuz 2020 sonbaharında okulların açılma ihtimali olduğu sırada yaptığımız, pandeminin ilk dört ayında öğretmenlerin neler yaşadığı ile ilgili internet üzerinden yapılmış, iyi seçilmiş bir örnekten olmasa da içerisinde özel okul ve kamu okulu öğretmenlerinin olduğu bir çalışmanın sonuçlarını aktarayım:

Resim1

Örneklemin yarısından fazlası, bu dönemde her zamankinden daha fazla çalıştığını düşünmekteydi. “Evet.” diyenler özel okullarda %72’ydi. Özel okul öğretmenlerinin çok büyük bir bölümü pandemi dönemini her zamankinden çok daha fazla çalıştıklarını söyleyerek geçirdi. Biraz önceki ücret gelir tartışması ile beraber bu da göz önüne alınması gereken bir durum. Bu çalışma temposunun yerleştiğini biliyoruz. O nedenle öğretmenlerin çalışma koşullarının kritik bir önem taşıdığı, bunun da okulda hem öğretmenlerin ruh sağlığının korunması hem de çocukların ruh sağlığı ve gelişiminden sorumlu bu bireylerin korunması açısından kritik bir önemi var.

Yoksulluk ve beyin gelişimi arasındaki ilişkiyi açıklayan araştırmacılar Nobul ve arkadaşlarının “cash transfer” adı ile bilinen bir yöntem üzerine yaptıkları bir başka çalışma geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Bu yöntem, birine doğrudan para vermeyi içeriyor ve araştırmada bir gruba para verilirken bir gruba verilmiyor. Sonuçlarında görülüyor ki anne babanın cebine giren para arttığında çocukların elektroensefalografi ve topografik beyin haritalaması yöntemi ile saptanan beyin gelişim hızında, infantların yani 18 ayın altındakilerin, belirgin bir değişim var. Burada “Parayı veren beynini geliştirir” gibi düz bir mantık çıkartmak gerekmiyor. Ama yoksulluk endişesinden kurtulan anne ve babaların çocuklarının gelişimi daha yolunda gidiyor. Yani bazen psikolojik, nörolojik ya da gelişimsel konulardaki müdahalelerin mutlaka doktorlar, psikologlar, öğretmenler tarafından yapılması gerekmiyor. Politikacılarda bir karar verip, bütçeyi yönetenler, onlar da ruhsal durumun gelişmesinden sorumlular.

Birleşik Milletler içindeki yardım teşkilatındaki çalışanlarla zaman zaman yaptığımız konuşmalarda 15 yıl önce duymuştum: Yoksulluk, bir şiddettir. Yapısal bir şiddet unsurudur ve özellikle yoksullukla mücadele sadece psikolojik ya da sosyal bilimler yöntemleri değil, politik bir mücadele gerektirir. Bir şiddetle mücadeledir. Bu beyin çalışmaları o sırada yoktu, etkisi, insan gelişimini ketlemek, kösteklemek ve insanın varoluşunu, sevme ve çalışma kapasitesini ortadan kaldırmak şeklinde olur. Biz bunun bizden uzak olduğunu düşünürüz değil mi? Pat diye kapımıza gelebiliyor böyle şeyler. Ben, bu konuların farkındalığının, adını koymanın dahi önemli katkısı olduğunu birçok yerde görüyorum.

ABD’de yeni bir çalışma yayınlandı, intihar girişimleri, depresyon ya da psikopatik ataklar sebebiyle hastaneye yatışlarda artış yok. Yatma ayrı bir konu çünkü hastanelerin birçoğu ruh sağlığı servislerini, COVID servisine dönüştürdü. Dünyanın birçok yerinde psikiyatrlar yoğun bakımda çalışıyor, sadece Türkiye’de değil başka ülkelerde de böyle. Biz Burcu Erdoğdu, Gözde Yazkan Akgül ve Burcu Yıldırım Budak ile beraber daha çok poliklinik ve acillere başvurularla ilgili bir çalışma yaptık 3 büyük hastanede. İkisi üniversite hastanesi. Burada gördüğümüz verileri hızlıca özetleyeyim.

Resim1

2019 ve 2020 arasındaki kompozisyonları karşılaştırdığımızda örneğin; bu, ilaç kullanımında durumun ciddiyetine ilişkin bir gösterge olarak sayılabilir. Lüzumsuz ilaç veriliyor gibi birtakım imajlar toplumda olsa da, çok çok küçük bölümü aslında. Türkiye’de toplumun büyük kesimi gereken tedaviye ulaşma zorluğu çekiyor. O nedenle baktığımızda mesela Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu için verilen ilaç oranlarında bir artış yok. Aynı oranda 2019-2020 ama özellikle antidepresanlarda neredeyse %60-70 bir artış var. Atipik antipsikotik diye bildiğimiz, bilhassa dürtü kontrolünü, beynin ön bölgesinin yaptığı işe sistem yetişemeyince ilaçla onu telafi etmeye çalışıyoruz. Dürtü kontrolü sağlayıcı ilaçların kullanımında yine ciddi bir artış olduğunu görüyoruz. Bir doktor olarak buna baktığımızda gördüğümüz: Daha ağır vakaların oranı hastanelerde artmıştı ya da mevcut daha önceki vakalarda, durumlarda daha ağırlaşma var. Bu da beklenmedik bir şey değil ama sürece çoktan yansımış vaziyette.

Yine tanı kümelerinde Karşıt Olma/Karşı Gelme Bozukluğu diye bilinen asabi, agresif ve keyifsiz çocukların oranında ciddi bir artış olduğunu görüyoruz. “Davranım Bozukluğu” diye bilinen davranış problemlerinde zarar verici, başkalarını gözetmeyen davranış problemlerinde artış olduğunu görüyoruz. Ama öğrenme güçlüğü veya bu gibi tanılarda yeni bir artış yok. Çünkü bunlar daha nörobiyolojik zemini daha çok olan o nedenle dışsal etkenlerden artıp azalması az olan problemler. Stabil olarak kalmış vaziyetteler. Bu çocuklar neredeler? Okullardalar, sınıflardalar. Durumları belki daha iyi, belki daha kötü bilmiyoruz. Ama okullar özellikle bu problemlerin saptanması için aynı zamanda bir araç. Birçok yerde örneğin intihar girişimlerinin sayısında bir artış olduğunu biliyoruz.  Kendine zarar verici davranışlar, yeme bozukluğu gibi davranışlarda, davranışsal problemlerde ciddi bir artış olduğunu biliyoruz ve birçok yerde okul öğretmenleri kendilerini sorumlu hissedebiliyorlar. Bazı öğretmenler çok öyle hissetmiyorlar, bunu açıkça söylüyorlar. “Ben dersimi verir giderim” diyen arkadaşlarımız da var. Ama yanlış yapıyorlar. Çocuğun gelişiminden kendini sorumlu hisseden birçok öğretmen özellikle ruh sağlığı ile ilgili bu parametreleri, göstergeleri, bunların ayrıntılarını nasıl erken saptayabilir, yakınımızda olan birinin ruh sağlığının bozulduğunu nasıl anlarız’ı öğrendiklerinde uygun yönlendirmeleri en iyi şekilde yapabiliyorlar.

Resim1

Bunlar hep artışları gösteriyor; yeme bozuklukları, madde kullanımı örneğin.

Resim1

Madde kullanımına baktığınızda bazı aylarda düşüyor, görüyorsunuz Eylül-Ekim-Kasım’da. Maviler de “overdoz” denen yani aşırı doz alımı, çoğu ölümle de sonuçlanan durumlar. Bunlar ABD sonuçları. İnsanlar iyi hissetmiyorlar, bunu bilmek için bir araştırma yapmaya gerek var mı? Dökümante etmek önemli.

Bilhassa önceden zorlukları olanlar, nörogelişimsel bozukluklar başlığı altında koyduğumuz Otizm, Disleksi gibi sorunlar biliyoruz ki son dönemlerde toplumsal eğitim sistemi içinde çok daha iyi yer alabilecek düzenlemelerle yer almaktalar. Gerek tedavi gerek terapiler ve gerek okul düzenlemeleri ile. Ama ruh sağlıklarının daha kolay bozulduğunu daha kırılgan bir beyin, zihin yapısına sahip oldukları düşünürsek şimdiden aslında kimlerin riskli olduğunu da gayet iyi görüyoruz. O nedenle okullara düşen konulardan birisi kimin riski olduğu konusu üzerine daha çok düşünmek, örneğin mayıs ayındaki ruh sağlığı haftasının bu konuda bir fırsat olarak kullanılabileceğini ya da haftanın öncülünde birtakım şeylerin yapılabileceğini bazı okullarda tecrübe ederek de görmüş durumdayız.

Resim1

2013’te Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanmış bu yayında söylenen şey şu: Okullarda psikolojik danışmanlık servisi dışındaki öğretmenler de ergenlerdeki ruh sağlığı değişimlerini fark ettiğinde ruh sağlığı hizmetlerinden faydalanabilme ve yarar görebilme ihtimali çok daha artıyor.

Aşağıdaki, 2021 Aralık ayında İngiltere’de yayınlanan bir çalışma.

Resim1

Bu çalışmanın gösterdiği, okulların erken dönem adolesans ruh sağlığındaki rolü. Bu büyük bir araştırma ama gösterdiği şey şu: Etkisi olduğunu düşündüğümüz birçok faktörün rolü yok.

Neler ilişkili diye baktığınızda burada, okullar aslında bütün psikopatolojinin %2.4’ünü açıklıyor. % 2.4 deyip geçmeyin, birçok başka etken % 0.1’ini açıklıyor. O yüzden içerisindeki en güçlü açıklayıcı etken ama okulun boyutu, öğretmen sayısı ya da okul kalitesi ile ilgili birtakım reytingler çok önemli değil. Önemsiz değil ama belirleyici düzeye ulaşmıyor.  Ne ulaşıyor? Bir tanesi: Eğer okulda bedava yemek varsa ki bu biraz okulun yoksul bir bölgede olduğunu gösteriyor. Bedava yemek veriliyorsa bu bir faktör ruh sağlığının o okulda yukarı ya da aşağı gitmesi ile ilgili. İkinci faktör: Beyaz İngilizlerin çokluğu. İngiltere’de tutuculaşma sürecine giren beyazların olduğu yerlerde ruh sağlığının daha bozuk olduğunu gösteren bir çalışma. Burada vurgulamak istediğim, okul ikliminin nasıl olduğuna bağlı olarak okul iklimi öğretmenler tarafından okul ikliminin nasıl görüldüğü üzerine.

“Okul iklimi” üzerine birkaç kelime söylemenin yeri geldi. Okul iklimi çok kullanılan bir kavram. Okul iklimi kavramı bütün paydaşları içeren bir durumu tanımlamak üzere, yani sadece öğretmenler, öğrenciler, müdürler, psikolojik danışmanlardan ibaret değil. Bunların arasındaki sosyal bağların ve ilişkilerin düzeyini, okul yönetiminin süreçlere okulun bütününü atma kalitesini, okulun organizasyonunun nasıl işlediğini, organizasyondan kastım nöbet saatlerinin nasıl belirlendiğinden tutun, ders programının nasıl yapıldığına kadarki olan dışarıdan gözükmeyen detayların nasıl yapıldığını ama belki en önemlisi: duygusal ve fiziksel güvenliğin sağlanması.

Duygusal güvenlik ve fiziksel güvenliği tek bir kelimeyle özetlersek: Başkalarına güvenebildiğimiz bir yer mi? Söylediğim bir sözden ötürü benim başıma bir şey gelir mi? Bir konuda bir eleştirel bir şey söylediğimde bana ne olacak? Ya da öğrenci için de aynı şey geçerli. Ben kıyafetimden dolayı acaba yargılanabilir miyim? Oturduğum yerden, okuduğum kitaptan dolayı nasıl değerlendirileceğim? Bütün bunlarla ilgili güvendelik hissinin okulda ne kadar var olduğu, okul ikliminin aslında ana karakteristiği. Bu ortamı sağlayabileceğimiz ölçüde okul büyükmüş, karışıkmış, küçükmüş, kenar mahalledeymiş gibi etkenlerin önüne geçen; dolayısıyla çocuklara bu kriz döneminde bir çıkış, bir nefes alma imkânı sağlayacak bir ortam yaratmayı getiriyor.

Toplumda yoksullukların olduğu gibi eşitsizliğin de arttığı bir zamandayız. Türkiye’de mesela toplumun en üst %10’luk kesimi, ki özel okullara giden çocukların çoğunun mensup olduğu, Türkiye’nin toplam gelirin %55 ‘ini alıyor. Böyle baktığınızda toplumsal eşitsizliğin içerisinde bir tarafta olan çocukların ve ülkenin bütün bu çatlama, yarılma, birbirimizden uzaklaşma, kutuplaşma ne derseniz deyin altında bir anlamda da bu eşitsizliğin yattığını, bu eşitsizliğin yarattığı hem vicdani gelişim açısından hem bu tür bir ortamda yaşıyor olmanın verdiği garip duygu ve haksızlığın içerisinde bir aktör olmaktan duydukları endişeleri de burada not düşmek lazım. Toplumun genel geriliminin bu nedenlerle çocukların ruh sağlığına ayrıca bir bozucu etkisi vardır. Bu okul iklimi çalışmasının etkisi tabi ki bir devrim yapmıyor ama böyle bir koşulda bile insanların, okulların, çocukların hatta öğretmenlerin ve velilerin nefes alabileceği bir yer olmasını sağlamak mümkün mü? Mümkündür, değildir. Bilmiyorum bu soruyu, ortaya atıldığında buradaki veriler bunu söylüyor.

Dolayısıyla okul, ders öğrenmenin ötesinde bir yer. Bir toptan gelişim merkezi. Bunu herkes söylüyor ama biliyoruz ki notlar önemli. Üniversite giriş sınavlarında ya da başka yerlerdeki dereceler önemli. Bunların önemsiz olduğu anlamına gelmiyor ama bunların biliyoruz ki sosyal duygusal gelişimin akademik başarı ile bire bir ilişkisi var. Okuduğunu anlamayan, anlamadığı için problemi çözemeyen bir çocuk, o dersi daha çok çalışmakta değil sosyal duygusal bakış açısını geliştirici aktivitelerle ancak bunu sağlayabiliyor. Ama oyun oynayarak yani gerçek oyun, bilgisayar oyunu değil, ama kitap okuyarak. Kütüphanede hangi kitapların olduğu da önemli biliyorsunuz. Ne kitaplar var okul kitaplıklarında ya da anne babası ile geçirdiği zamandaki etkileşim de birçok faktörle bu konuda farklı noktalara gelebiliyor.

Eğitim bir anayasal hak. Sağlık da bir anayasal hak. Türkiye Cumhuriyeti anayasası açısından en azından. O nedenle sağlıkla eğitim gibi iki temel hakkın gelişim hakkının olduğu nokta okullar olabilir mi? Okullar rahat nefes alınan, bütün bu karanlığın içerisinde insanların kendilerini tıkanmış hissetmedikleri, gelişme fırsatları bulduğu bir yer olabilir mi?

Birincisi ruh sağlığı farkındalığının, artık bunun adını konmasının çok kritik olduğunu düşünüyorum. Çünkü ruh sağlığı ile ilgili problemler bir parça örtbas edilen, gizli tutulan, kısacası damgalanan, damgalama süreçlerinin kurbanı olan; o nedenle de insanların yardım arayışında bulunamadığı, yardım arayışında bulunduğunda da yadırgandığı veya dışlandığı bir durum. O nedenle ruh sağlığına bakış açımızla ilgili ve ruh sağlığı ile ilgili sorunları ele alışımız ile ilgili okullar düzeyinde bir seferberlik gerektiğini düşünüyorum. “Okul iklimi” kavramı ise okulların bu ruh sağlığını koruyucu, yılmazlığı destekleyici, stresin toksik düzeylere vardığı toplumsal koşullarda bunu en azından nötralize edici, giderici bir rol oynayabileceği bir ortam olabilir mi? Bunu nasıl yapabiliriz? Değişik bir sürü fikir var. Değişik bir sürü deneme var. Bunun üzerine düşünme vakti gelmiştir diyorum.

Çocuk kitabı yazarı Erich Kastner’ın bir kitabından, Biontech firmasının kurucularından Özlem Türeci’nin bir konuşmasında duydum bunu, diyor ki; İyi bir şey, birisi onu oldurmadıkça olmaz.

Hepinize sevgi ve saygılarımla…