kaygi

Nerede Çocukluğum…

Anneler çocuklarının “yaşayarak öğrenme”sine nasıl yaklaşıyorlar? Oyunla, sokakta veya parkta geçen zaman, çocukların hayatında ne kadar yer alıyor? Televizyon ya da bilgisayar oyunları çocukları yaşayarak öğrenmeden alıkoyuyor mu? Anneler çocuklarının evde televizyon başında oturmasını mı, yoksa sokakta veya parkta özgürce oynamasını mı tercih ediyor? Anneler doğru olduklarına inandıklarını uygulayabiliyorlar mı?

Annelerin çocuklarının yaşayarak öğrenme, oyun oynama haklarına bakış açılarını değişik kültür ve toplumsal yapılardaki kendine özgü yanlarıyla ortaya koyan bir araştırmanın ülkemizdeki bulgularına başka kültürlerdeki ve toplumlardakilerle karşılaştırmalı olarak baktığımızda neler görüyoruz?

Yakında sunulan (Unilever firmasının desteklediği) uluslararası çalışmada, araştırma danışmanları Dr. Jerome Singer ve Dr. Dorothy Singer’ın temel çıkış noktası olarak gördüğü “yaşayarak öğrenme” olanaklarının dünyadaki yaygınlığı ve kullanılabilirliği, çocukların duygusal ve sosyal gelişimi açısından kazandırabilecekleri ve bu durumun 10 ayrı ülkede 1.500 ailedeki anneler tarafından algılanışı incelenmiş.

Yaşayarak öğrenme; bütün duyuları kullanarak denemeyi, aramayı ve keşfetmeyi, yaratmayı, diğer çocuklarla ve yetişkinlerle ilişki kurmayı ve etkileşmeyi kapsayan bir öğrenme ve gelişim yoludur. Bu öğrenme biçimi, dışarıdan müdahale ya da düzenleme gerekmeksizin, kendiliğinden ortaya çıkar ve gelişir.

Çalışmanın çıkış noktasını, günümüzdeki çocukların yaşayarak öğrenmeye fırsat sağlayan yapılandırılmamış/kendiliğinden faaliyetlere katılımlarının giderek daha azaldığı saptaması oluşturmaktadır. Bu faaliyetlere neleri örnek verebiliriz? Hareketli sokak ve bahçe oyunları, doğayı tanıma ve keşfetme, mahsusçuktan oyunlar, dans, şarkılar….

Yaşayarak öğrenme fırsatlarının azalmasının sebepleri hakkında birçok etken öne sürülebilir: televizyon ve video/bilgisayar oyunları, anne-babaların aşırı meşgul oluşu, eğitim yükünün artışı, evlerin yakınında oyun alanlarının olmayışı, “organize” boş zaman faaliyetlerinin çoğalması,  güvenlik kaygıları gibi…

Sebep ne olursa olsun, evlerin içinde ne yapacağını  bilemez biçimde sağa sola koşuşturan çocuklar, ancak televizyonla ya da bilgisayar/video oyunları ile ilgilenirken durabilmekte. Ancak bu durağanlık, sosyal ve bedensel hareketliliği kısıtlayıcı biçimde dış dünya ile ilişkiyi sınırlar. Keşfetme ve merak gibi temel ihtiyaçların en iyi biçimde karşılanabilmesi için, kendiliğinden ve doğal biçimde akıp giden bir hayata, evin dışında, açık havada, parkta, bahçede, hatta sokakta, o da olmadı apartmanın merdiven boşluğunda başka çocuklarla birlikte olmaya ihtiyaç vardır. Her çocuğun hakkı olan hayal kurabilme, yerini televizyon programcılarının, video oyunu tasarımcılarının çocuklar adına kurduğu pek de zengin olmayan hayallerle yetinmeye bırakmaktadır.

Yaşayarak öğrenmenin zengin olanaklarından yararlanamayan çocukların temel gereksinimleri bir türlü yerine gelemediği için hem çocukluklarının hakkını veremiyorlar, hem de çocukluğunun hakkını verememiş büyükler olma yolunda ilerliyorlar.

Farklı toplumlarda anneler ve babalardan, büyümüş çocuklardan duyabileceğiniz bu kaygı verici gözlemlerin belgelendiği ve analiz edildiği çalışmanın verilerini ekteki belgelerde gözden geçirebilirsiniz.

Ülkemizdeki durum nedir?

Annelerimiz çocukların (evden) dışarıda özgürce oynuyor olmasının onlar için öneminin belki dünyanın bütün annelerinden daha fazla farkındalar. Bu oyunların onları mutlu ettiğini gözlediklerini (ülkemizin annelerinin % 73’ü bu kanıda, dünyada aynı oran ortalama  %55),  çocuklarının tercihinin de evden dışarıda oynama yönünde olduğunu bildiklerini (Türkiye %87, dünya ortalaması %73) verilerden anlayabiliyoruz. Ülkemizin anneleri, annelerimiz, dışarıda, parkta, bahçede, sokakta oynamanın çocuğun gelişimi açısından müthiş bir fayda sağladığına (Türkiye % 65, dünya ortalaması % 51) diğer ülkelerin ortalamasından çok daha yüksek düzeyde inanıyorlar. Türk anneleri, bu yaşayarak öğrenme, dışarıda özgürce oynama ortamının eksikliğinin duygusal gelişime maliyetinin yüksek olacağını, çocukları mutsuz ve huysuz yapacağını, diğer ülkelerdeki annelerden çok daha iyi anlıyorlar (Türkiye %86, dünya ortalaması %64).

Bu gerçekleri net ve doğru biçimde kavrayan annelerin oranı ülkemizde bu denli yüksek iken, çocukların evden dışarıda, parklarda, bahçelerde, sokakta oynama oranlarına baktığımızda gördüğümüz oran çarpıcı biçimde düşük: %28. Aynı oran dünyada %60. Bir başka deyişle, ülkemizde her 10 çocuktan en fazla 3’ü, sokakta, bahçede, parkta oynama olanağına ve yaşayarak öğrenme fırsatına sahip. Bu oran için dünya ortalaması 10 çocukta 6. Bizim çocuklarımızın sokağa, bahçeye, parka çıkıp; oynama, yaşayarak öğrenme, kendi sınırlarını keşfetme, doğayı tanıma, kendini geliştirme, hayal kurma ve güvenini arttırma olanağı başka ülkelerdeki çocukların yarısı kadar.

Parklarımız mı daha az, sokaklarımız mı daha kötü, yollarımız mı daha tehlikeli, bahçelerimiz mi yok? Bu soruların cevabı araştırmamızda yok, ama annelerin tutumları ve düşünceleri açısından elde edilen bulgular fikir verebilir:

Annelik kaygı demektir. Gebelikten başlayarak, doğumla birlikte artarak fazlalaşan ve yoğunlaşan kaygılar, anne-çocuk ilişkisine tüm kültürlerde damgasını vurur. Bu yoğunluk ülkemizin anneleri için fazlasıyla geçerli; çocuklarını kendi kaygıları sebebiyle evde tuttuklarını, “sokağa, dışarı salmadıklarını” söyleyen annelerin oranı dünyada % 45, Türkiye’de % 83.

Ülkemizdeki annelerin diğer ülkelerdekilerden çok farklı olarak, “dışarı çıkartmama, sokağa salmama, parka bahçeye yollamama” durumuna sebep olarak öne sürdükleri bir başka sebep, “bu ortamlara göndermek kolay değil, bazı zorluklar var, zahmetli” gibi, Ülkemizde %59 anne için geçerli olan bu gerekçe, dünyada sadece %19 anne için geçerli. En azından büyük kentlerde yaşayan annelerin çocuklarını bir açık oyun alanına, parka ya da bahçeye götürme olanağının pek fazla olmadığı görüşünü paylaşacak çok insan çıkabilir.

Annelerimize “Peki ama sizi tam olarak ne kaygılandırıyor ki, çocuklarınıza yararlı olduğunuza inandığınız halde, onları yaşayarak öğrenme hakkından yoksun bırakacak biçimde evde tutuyorsunuz, dışarı bırakamıyorsunuz” diye tek tek sorulduğundaki yanıtlar, annelerin düşünüşlerini ve duygularını yansıtıyor: dışarısı güvenli değil (Türkiye % 83, dünya %65), bir yerlerine bir şey olur, düşer bir taraflarını incitirler (Türkiye %75, dünya ortalaması %57), hasta olurlar (Türkiye %48, dünya  ortalaması %31)…

Annelerimizin çoğu, çocuklarına her an bir zarar gelme olasılığını akıllarına getiriyorlar. Bu olasılıkları düşünme eğiliminin evrensel olduğunu, en çok gebelik ve doğumdan sonraki ilk birkaç yıl boyunca yoğun olduğunu gösteren sayısız araştırma var. Ancak ülkemizdeki annelerde bu kaygılar hiç hafiflemiyor. Dünyadaki annelerin ortalamasının kat kat üstünde oranlarda, çocuğu ev dışına, kendi haline bırakmaya içleri elvermiyor. Hem annelerin kaygılarını besleyen olayların sahiden çokluğunu, hem de televizyon ve basın yoluyla yansıyan haberlerde olayların bu kaygıları besleyici tarzda aktarılışını düşünün. Annelerimizin çocukların yaşayarak öğrenmesinin önemine ve yararına inanmalarına, çocuklarının ev dışında özgürce, keşfederek, deneyerek, tadarak, koklayarak öğrenmesini arzu etmelerine rağmen çocuklarını dışarı bırakmamaları kısmen anlaşılır oluyor. Başka durumlarda annelerimizin hiç yüksünmeden katlandıkları mesafe, ulaşım gibi zahmetler, çocuklarına zarar gelebileceği kaygısı yaratan (dolayısıyla heves kaçırıcı olan) “dışarıda özgürce oynama” durumunda gözlerinde büyüyor. Üstelik annelerimizin % 86’sı çocukların ev dışına, sokağa, açık havaya çıkarak, yaşayarak öğrenme olanağından yoksun kaldıklarında mutsuz olduklarını da düşünüyor.

Annelerimiz yararına inandıkları bir gelişim fırsatını çocuklarından esirgemek durumunda kalabiliyor. Bu çelişkinin anneler üzerinde yarattığı duygusal yükü araştırmamızın verileriyle ölçmemiz mümkün değil. Klinik çalışmalarımda annelerin iki arada bir derede kalmalarının, doğru bildikleri ile kısmen gerçekçi kaygıları arasındaki sıkışıklarının sonuçlarını düzeltmeye oldukça çok zaman ayırmam gerektiğini söylersem, annelerimizin ruh halini anlamanıza yardımcı olabilir.

Çocukların geleceğine yönelik beklentileri sorulduğunda, yapılandırılmamış, yönlendirilmemiş faaliyetlerde “daha güvenli” bir gelecek umduklarını söylemeleri de ruh hallerini yansıtıyor.

Ülkemiz annelerinin çocuklarının ev dışındaki yaşayarak öğrenme olanaklarından kazanmalarını en çok bekledikleri şeyin ne olduğunu hatırlayalım: Kendine güven (%59; aynı beklenti oranı Amerikalılar için %20). Sosyal anlamdaki gelişim, yardımlaşma, işbirliği ve arkadaşlık gibi beklentiler daha arka planda kalıyor (ülkemizde %38, Amerikalılarda %60, Fransa’da %31 gibi). Bilmiyorum, güvenden annelerimizin anladıkları, altta kalmama, kendini ezdirmeme gibi, klinik görüşmelerde olsun, toplum eğitim çalışmalarında olsun, çok sık dile getirilen sonuçta yine güvenlikle ilgili bazı davranışlar mı?

Türkçe’deki (kendinden) emin olma ile emniyet, (öz)güvenli olma ile güvenlik kelimeleri arasında kurabildiğimiz ilişkileri, İngilizce’deki confidence ve safety kelimeleri arasında kuramadığımıza dikkatinizi çekmek isterim. Her lisan ait olduğu kültürün önceliklerini ve eğilimlerini yansıtır.

Ülkemizin çocuk yetiştirme kültüründe çocuğun sadece ekonomik değer taşımaktan çıkıp psikolojik bir değer kazanması, hem sosyo-ekonomik açıdan farklı toplumsal kesimler, hem aynı kesimden kuşaklar arasında, çocuklara yaklaşım açısından önemli farklara yol açmıştır. Bir yanda geleneksel olarak bağımlılığı körükleyen, özerkleşmeyi, bağımsız birey yolunda yetiştirmekten uzak duran, itaate ve söz dinlemeye önem veren yaklaşım; diğer yanda çocukların özerk, kendine güvenli olmasını, yaşayarak öğrenmesini isterken, bunun aileden uzaklaşmaya yol açacak düzeye varmasından, kopmalardan kaygı duyan yaklaşım.

Singer’ların araştırması, ülkemizdeki annelerin içinde olduğu ruh halini saptıyor: Anneler bir yandan çocuklarına güvenli ve mutlu bir gelecek sağlamak isterken, öte yandan da çocuklarının bu geleceğe ulaşmak için bugün ihtiyacı olan yaşayarak öğrenme hakkını kullanmasına, inansalar ve arzu etseler de, kaygıları sebebiyle istedikleri kadar yardımcı olamıyorlar.

Annelerin kaygılarını azaltacak ‘yaşayarak öğrenme’ ortamlarının sağlanması, annelerin kaygılarının gerçekçi olmayan kısımlarının giderilerek annelerin enerjilerini bilgi ile yönlendirilmelerine yardımcı olunması, biz alanın uzmanlarını ve çocuklarımıza ilişkin sorumluluk hisseden herkesi bekleyen görevler.

Evin dışına çıkabilmek, sokakta, bahçede, parkta yaşayarak öğrenmek, çocuk olma hakkını kullanmak, oynamak, keşfetmek, hayal kurmak, arkadaşlık etmek, annelerimizin en çok arzu ettiği güvenli ve mutlu geleceğin oluşmasının en doğal yolu. Çocukların bütün bunları yapmaya, bu temel ihtiyaçlarını karşılamaya hakları var.

Çocuklarımızın güvenli, bağımsız ruhlu, yardımlaşmacı olmaları, başkalarını sevmeleri ve saymaları, başkaları tarafından sevilip sayılmalarını istemeyen var mı? O zaman, her çocuk yaşayarak öğrenme ve gelişme hakkını kullanabilsin. Her anne, her baba, her yetişkin, ülkedeki her çocuğun bu hakkını kullanması için elbirliği yapsın.

Bizlerin de güvenli, bağımsız ruhlu, yardımlaşmacı, seven ve sayan insanlardan oluşan bir toplumda yaşamaya hakkımız var. Bunun için tek yol, çocuklarımızın yaşayarak, oynayarak öğrenme ve gelişme haklarını kullanmalarını sağlamak.