Mesleğe başladığınız ilk zamanları ve bugüne kadarki süreyi düşündüğünüzde, o zamanlardaki en büyük motivasyonunuz neydi, şimdi ne ve sizce bu zamanla değişiyor mu?

İlk etapta motivasyonum insan davranışını ve yaşantısını açıklama, dışarıdan bakan bir gözlemci olma merakıydı. Ama hekimlik yapmaya başladıkça, henüz pratisyen hekimken, taşrada mecburi hizmetli olarak çalışırken insana dışarıdan bakan bir antropolog gibi değil, insanla iç içe ve onu anlamaya çalışmaya dayalı bir mesleğim olduğunun farkına vardım. Dolayısıyla açıklama merakım anlama merakına dönüştü. İnsanın sıkıntı çekmesini, acı çekmesini azaltmak tıbbın temel amacı. Psikiyatri ruhsal acıyla ilgileniyor ama biliyoruz ki birçok hastalık da, pandemide olduğu gibi kendisi olarak değil bulaşma olasılığıyla ve başkalarını yok ediciliğiyle ruhsal acı yaratabiliyor, kaygı endişe, korku…  İnsanı bu varoluşuyla anlamaya yöneldim. Yaptığım iş on yıllardır genelde bu eksende gidiyor, anlama ve sıkıntısını giderme. Anlama, yol gösterme ve bazen de çaresizliği paylaşma.

Önümüzdeki yeni normal dönemde, mesleğinizin hangi yönlerde evrileceğini öngörüyorsunuz?

Yeni normale geçici normal diyorum. Birisi diyebilir ki, “Bundan önceki de geçici değil miydi?” Doğru ancak geçicilik uzunca sürdüğünde, ömrümüze oranladığımızda sonunda geçecek olsa bile zihnimiz kendi zaman çerçevesinde “kalıcı” diye düşünüyor. Örneğin İstanbul’un onüçüncü yüzyılın başında Haçlı ordularının işgalinde kaldığı yaklaşık 70 yıl süresince İstanbul’da doğup ölen insanların normali o sıradaki rejim olan “Latin cumhuriyeti” oluyor, başka bir dünya görmedikleri, tasavvur da edemedikleri için ilelebet devam edeceğini düşünüyorlardı. Normalleri geçici, ama kendi deneyimleri kalıcıydı.

İçinde bulunduğumuz dönemde olduğu gibi aynı anda birden çok normal eşzamanlı var olduğunda kafamız karışıyor. Kafa karışıklığının artması yaşam karşısındaki davranışlarımızı etkiliyor. Önceden taşıdığımız kırılganlıklarımız varsa bunların ürettiği davranışlarımız bizim yaşamı bildiğimiz gibi sürdürmemizi zorlaştıracak düzeylere varıyor. Psikopatoloji genellikle normalde varolanın rahatsız edici, yaşamı engelleyici ya da başkalarıyla beraber yaşamla bağdaşmayan bir aşırılık şeklinde ortaya çıkmasıyla ilişkili. Sırf İstanbul’a geldiği için, normali değişerek içinde yaşadığı şehire özgü sıkışıklık, izdiham, yalnızlık gibi sebeplerle ruh sağlığı bozulan, gelmeseydi farklı bir normalde daha az zorlanabilecek insanlar var. Bu geçici normallerin, hayatımızda zaman içinde birikmiş çapraşıklıklarla üst üste aynı anda gelmesi çoğumuzu ruhsal olarak zorluyor, bazılarımızda kırılmalara yol açıyor. Zorlanmanın kırılmaya döndüğü durumları öngörebilmek, önleyebilmek mesleğimin ana hedeflerinden birisi.

Psikiyatr olarak benim işimin bir kısmı zorlanmanın vardığı noktanın, insan varoluşunu sürdürmeye ne kadar engel olduğunu anlamaya çalışmak. İnsanoğlunun yapısında sıkıntı, acı, üzüntü, korku ve kaygı var; tabii, umut, neşe, sevinç de… Bunlar normal duygular. Ancak normal’in değişimiyle birlikte, içinde olunan anormal durumda kimimizde normal duyguların aşırılaşarak, sınırı aşarak, zihnimizin işleyişini bozacağını ve anormal etkileri olacağını düşünüyorum.

İçinde olduğumuz bu yeni ya da geçici normal, insanların ruhsal zorlanmalarının bir ruhsal bozukluğa dönüşmeden söndürülmesini, kontrol edilmesini sağlayacak mekanizmaların üretileceği bir dönem de olabilir.  Bu çabalara bir katkım olabilir mi diye düşünüyorum. Bunun da tek tek kişilerle yapılacak uygulamaların ötesinde toplumsal düzeyde etkisi olacak iyileştirici müdahaleler ya da düzenlemelerle olacağını düşünüyorum. Felaket zamanları bu bakış açısını ön plana çıkartıyor, gerekli kılıyor. Benzer bir dönüşümü 1999 depreminde yaşamış, bu bakış açısıyla müdahaleler tasarlayıp geniş bir ekiple beraber uygulamıştık. Kendimi giderek bir doktor olmanın ötesinde psikolojik bir iyilik hali yaratma amaçlı bir sosyal dayanışma örgütlenmesi içinde görüyorum.