Kişinin yeterince hastalanmadığı, hafiften hüzünlü ve karamsar olduğu ruh durumlarına yaklaşım ne olmalıdır?
Öncelikle, biraz karamsar, mahzun ya da gerçekleri tüm çıplaklığıyla gören kişinin “hafifçe depresif” ruh hali ile bir ruhsal bozukluk olan sahici depresyon arasına net bir çizgi çekmek lazım. Sahici depresyon, intihar, işgücü kaybı, sağlığın bozulması gibi ağır sonuçları olan bir ruhsal bozukluktur. Tedavisinde kullanılan antidepresanlar ve terapi teknikleri, istenilen düzeyde olmasa da, önemli bir yarar sağlamakta, bir çok kişinin cehenneme dönüşen hayatını toparlamasına yardımcı olmaktadır.
Çizginin geçtiği yerler. Peki, karamsar ruh halinde olan, hayatı tahammülü güç bir zorunluluk gibi yaşayan bireyler tıbbi anlamda sahici depresyonda değillerse, çektikleri sıkıntıyı ne yapsınlar? Hafifçe depresif ruh hali şiddetlenme eğilimi gösterdiği anda tedavi açısından değerlendirilmelidir. Etkililiği hakkında hepimizin yazıp çizdiği ilaç tedavilerinin bu ciddileşme noktasında uygun kullanımla fayda vereceğinden kuşku yok.
Diğer yandan, her üzgün hisseden, kafası dağınık ya da sinirleri bozuk hafifçe depresif ruh hailndeki kişilerde, daha ciddi durumlardaki etkinliği aşikâr olan tedaviler bu ruhsal durumdan çıkmak için kullanılmalı mıdır? Kritik soru bu. Cevabını tek başıma bulabileceğimi sanmıyorum.
Depresyonun hafifçe yaşandığı durumların bazılarını düşünelim: yaratıcı yazma süreçlerinde, bir bilimsel buluşun öncesindeki aşamalarda, yazarların, entelektüellerin, kendisinin dışındakilerin hayatını dert edenlerin ya da bilim insanlarının, genellikle bu ruh halinde olduklarını görebiliriz. Ülkenin geleceği üzerine ciddi ciddi düşünenler, kendini kandırmakta çok başarılı olmayan, olayların sadece kısa vadede rahatlatıcı yanlarını görmekle yetinmeyip uzun vadedeki rahatsız edici ya da zarar verici yanlarını görebilenler “hafifçe depresif” olabilirler. Bu karamsar ruh hali, ihtiyatsızlığı önleyici, üreticiliği ya da temkinliliği teşvik edici olabilir. Deyim uygunsa, yayılıp oturmaya, “yan gelip yatma”ya engel olur.
Normalin aşırısı. İlginç olan, bu hal biraz daha aşırılık kazanırsa, hastalık (majör depresif bozukluk) niteliğini de kazanıyor. Organizmayı, ruhsal mekanizmaları koruma ve sürdürme amaçlı, yarar getiren bir özellik (hafifçe karamsarlaşma, derin düşünme, olumsuzlukları görme), aşırı ve yersiz çalıştığında, hastalık oluşuveriyor. Tıpkı bağışıklık sisteminrı çalışmasının alerjik hastalıklara, bağışıklık sisteminin hedefini şaşırıp kendi vücudumuza saldırmasıyla oluşan otoimmün hastalıklara yol açması gibi bir durum…Normalde olanın fazlalığı, bir tür “hipernormal” hal, tahripkâr hatta ölümcül olabiliyor. Çizgiyi nereden geçireceğimize karar vermek o yüzden zor. Psikiyatri gibi bir tıbbi uzmanlık dalının en önemli rollerinden birisi bu çizginin yerini belirlemek. Bunu yaparken zaman zaman yanlışlıklar olmuyor değil, ama kendini kontrol mekanizması güçlü bir bilim dalı kendi hatalarını herkesten önce bulup düzeltmekle de yükümlü.
Özgürlük depresyon getirir mi? Pazar günü yayımlanan söyleşimizin başlığında da yer alan, Serdar Turgut’un türban konusunun kadınları depresif yapacağı hipotezine gelince: Ilk bakışta çok spekülatif gelse de, özgürlüklerin genişlemesinin bireyde depresif sonuçlara yol açacağını 1950’lerin varoluşçu felsefi önermelerinde görebilirsiniz. Seçimler serbestleştikçe karar vermek, yüklediği sorumluluğun etkisiyle, zorlaşır.
Bu gözle türban yasağının kaldırılmasına baktığınızda, Serdar Turgut böyle mi baktı soramadım, yasağın kalkmasıyla birlikte karar vermek zorunda kalacak kadınlar arasında, takmaya pek gönüllü olmayıp yasaktan dem vurarak kaçınmış olanların artık çevre baskısına direnmek için bir gerekçeleri kalmamasının oluşturacağı zorunluluk
ve zorluk hali, çok kişi için önemsiz olabilir. Yine de, buradan “türban takan depresyona girer” sonucunu çıkartmak, yanlış olur.. Üstelik, bu serbest bırakma değişikliğinin bir çok kişinin ruh halini düzeltici bir etkisi olduğundan da eminim.
Ancak, Serdar Turgut’un aynı yazıda bir saptaması daha var: takmanın serbestleşmesi ölçüsünde, takmamanın ya da takılmış türbanı çıkartmanın zorlaşacağı bir “tek yönlü özgürlük”. Bu saptama varoluşçuların kastettiği anlamdaki bir çoktan seçme özgürlüğünün getireceği “özgürlük sorumluluğu”ndan çok farklı nitelikte bir yük ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.
Kadınlara özgü, erkeklerin taşımak zorunda olmadığı bir yük. Çocuk sahibi olmak gibi kritik kararlardaki cinsten, yalnızca kadının sırtına bindirilen bu yük, bir özgürleşmeden ziyade, “geri dönüşsüz”, “başka türlüsü düşünülemez” ya da “tek doğru” biçimindeki tek seçenekliliğin yaratabileceği (toplumun diğer kesimleriyle) çatışmanın cephesine de kadını koymakta.
Oysa, ülkemizde sahiden özgürleşmenin ve beraberindeki tercih sorumluluğunun doğurduğu depresif ruh hallerini, umutsuzluğun ve özgürlüğümüzü kaybetme korkusunun körüklediği sahici depresyonlara yeğ tutmaya hazırdık. Olgunlaştıran, yaratıcılaştıran, üretkenleştiren hafif hüzünlü, hafifçe durgun olmaya; derin düşüncelere dalmaya… İhtiyacımız var.