Her baba gibi ben de bir zamanlar çocuktum. Benim babam da hep sevdiğim, arada kızdığım veya çekindiğim, hayran olduğum sonra küçümsediğim sonra tekrar hayran olduğum bir insandı. Babam çocukken geçirdiği bir hastalık görme duyusunu yok ettiği için kördü. Gözleri bir ışık bile sezemiyor, hiç bir şey görmüyordu.
Babam okumayı çok severdi. Kitaplarının bir kısmı körlere özel kabartma yazı ile basılmıştı, elleriyle dokunarak okurdu. Kabartma yazı ile basılmamış, dokunarak okunamayacak olan gazeteleri, Türkçe kitapları, dergi makalelerini, mesleği gereği okuyacağı kanunları ise okuyamıyordu. Yazıları bir başkasının ona sesli okuması gerekiyordu.
Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez bu görevi ben üstlendim. Genellikle zevksiz bulduğum, sıkıcı metinleri bir yandan esneyerek ağır ağır okurken babam bazı cümleleri tekrarlatır, arada atladığım paragrafları fark edip geriye döndürtür, kelimeleri doğru telaffuz etmem için bana yardım ederdi. Bir çocuğun pek okumayacağı cinsten zor metinler okumayı bazen çok zor bulurdum.
O yıllarda solcu gazeteler sayılan Cumhuriyet ve Akşam gazetelerinin sayfalarında Vietnam diye bir ülkeye Amerikan ordusunun saldırmış olduğunu, Paris’te öğrencilerin düzene karşı ayaklandıklarını babama okurken ben de dünyada ne olup bittiğini öğrenmiş oluyordum. Başta pek anlamlı gelmeyen bu bilgiler üstüste biriktikçe dünyaya başka türlü bakmaya başladım. Okuldaki diğer arkadaşlarımın sinemalarda alkışladığı Amerikan askerlerinin karşısında kim savaşıyorsa onu tutuyordum. Bunlar genellikle çirkin ve kötü giyimli kişilerdi. Üstelik, her filmin sonunda kaybediyorlardı. ‘Ama bu haksızlık’ diye düşünmüştüm.
Paris’in Fransa’da olduğunu da babama okuduğum gazetelerden öğrenmiştim. Kaldırım taşlarını söküp polislere atmalarını biraz ayıplamıştım. Babam da zaten ‘şiddete karşıyız’ diyordu.
Aynı yıl, Çekoslovakya denen ülkeyi Sovyetler Birliği denen (bir biçimde sempati duyduğum, ama beni zorbalığıyla hayal kırıklığına uğratan) daha büyük ülkenin işgal ettiğini gazetede gördüm. ‘Güçlüler hep güçsüzleri yenecek mi’, diye babama sormuştum. Artık güçlüleri tutsam belki daha rahat edecektim.
Babam, ‘o zaman güçsüzler ne yapacak, sen desteklemezsen’, dedi. Benim desteğimle mi olacaktı ? Babam, ‘gazete okuduğunda nasıl bana destek oluyorsan, başka yerlerde de başka yardıma ihtiyacı olanlara destek olabilirsin,’ diye cevap verdi.
Çekoslovakya’da Sovyet işgali ile devrilen Başbakan Dubçek’in bir süre sonra Ankara’da kuzenlerimin evinin yanındaki elçilik binasına ‘taşındığını’ öğrenince şaşırdım. Bahçeye evin balkonundan dürbünle baktık, Dubçek’i belki görürüz diye. Ne de olsa mağdurdu, ilgi alanıma girmişti.
Şimdi, okumayı öğreneli neredeyse 50 yıl oldu. O yıllarda babama görev gereği yüksek sesle okuduklarımdan pek de bir şey anlamadan öğrendiğim kelimeleri, hukuk, siyaset ve felsefe bilgilerini kullanmaya hâlâ devam ediyorum. Babama okuduğum yıllarda edindiğim bakış açısını da… Daha önemlisi, çocukken zor kitapları ve yazıları babam duysun, anlasın diye okuya okuya, zor metin okumaya alışmışım. O sırada, 7-8 yaşlarında bir çocukken kitap okurken sıkılıyordum. Şimdi kitap okumasam sıkılıyorum.
Babamın küçükken başına gelen kazayla gözlerini kaybetmesi benim kitap kurdu olmamı, bir sürü şeyi öğrenmemi sağladı. İşe bakın, olumsuz bir olay bile hayatımızda olumlu ve dönüştürücü etkiler yapabiliyor. O anda biraz sıkılsak, yorulsak da.
Babam dede olduğu yıllarda bir hayalini gerçekleştirdi. Kendisine okuyucu bulamayacak görme özürlüler için bir kitaplık kurdu (www.turgok.org). O kitaplıkta körler için kabartma yazıyla basılmış kitaplar ödünç veriliyor, görenlerle görmeyenler arasındaki okunacak kitap bulabilme eşitsizliği ortadan kalkıyor. Ne kadar iyi, ama babasının gözleri görmeyen çocuklar kime kitap okuyacaklar, diye düşündüm geçenlerde.