Prof. Dr. Yankı Yazgan ile Asklepios dergisi için yapılmış röportaj, 2006

Mevsimlere göre değişen, azalan veya çoğalan psikolojik şikayetler oluyor mu?

Olmaz mı? Bu tanımlanmış bir durum aslında. Mesela İstanbul’da, lodos, ruh halimizi çok değiştirir. Yani, bırakın mevsimi, rüzgarın estiği yön bile ruh halimizi etkiliyor. O yüzden, “Mevsimlerle hem ruh hali hem de çeşitli psikolojik fonksiyonlar arasında ilişkiler vardır,” diyebiliriz. Örneğin, yaprak dökümü denince genellikle ölümlerin arttığı hüznün daha çok olduğu sonbahar; aşk mevsimi deyince ilkbahar, gerçi aşk mevsimi diye biliniyo,r halbuki daha çok bir doğurganlık mevsimi.. Klinik açıdan da, ruh durumu ile mevsimler arasındaki ilişkiye dayalı olarak tanımlanmış bir depresyon alt tipi var: Mevsimsel, duygusal bozukluk..

Sanırım bir radyo programında, İstanbul’un bir şehir olarak psikolojik durumu üzerine konuşmuştunuz. Bu konuda yazılarınız da yayımlandı. İstanbul metropol hatta megapol olarak nasıl bir psikolojik durum sergiliyor?

Ben her kentin kendine özgü bir mizacı olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda ve konuşmalarımda, İstanbul’u “huysuz ve tatlı serseri” olarak tanımlıyorum. “Tatlı serseri”den kastım şu: güvenilmezlik, kafası karışıklık, ne yapacağı belli olmazlık gibi serserilere özgü yanları ve baştan çıkarıcılık, sevimlilik, güzellik, heyecan vericilik gibi tatlılıkla ilgili özellikleri bir araya getiren bir şehir olduğunu düşünüyorum. Huysuzluk da herkesin malûmu…Tabii birçok kişi bu mizaç tahlillerini, yaşadığı birçok yer için yapabilir; ama, İstanbul, sanırım bu anlamda en azından etkilediği insanların sayısıyla, yoldan ve baştan çıkardığı insanların sayısıyla, diğerlerini geride bırakır diye düşünüyorum. İstanbul’un huysuz ve tatlı serseriliğinin bir başka yanını onunla ilişkinizde görebilirsiniz. İstanbul’a aşkla bağlanılır,aşkla bağlanılan kentlerdendir. Aşık olduğunuz kişinin nasıl birisi olduğu, sizin nasıl birisi olduğunuza bağlı olabilir. Daha önemlisi, nasıl birisi olacağınızı belirler. Neredeyse bütün aşklarda olduğu gibi, onu idealleştirirken, kendinizi ona benzetmeye, onun gibi olmaya, onun gibi davranmaya başlarsınız. İstanbul da sizi sever. Size karşılıksız bir aşk yaşatmaz. Ama seveceği ne kadar çok kişi olduğunu düşünürseniz, size düşen pay ile yetinmemeye, sıkılmaya, yakınmaya başlayabilirsiniz. Aşkınız biter gibi olduğunda, bazen onun ömrünü uzatacak bir iki hoşluk gerçekleşebilir. İstanbul herkesi kendisine benzetir: İstanbul’la aşk ilişkinizi daha sağlam bir zemine oturtmadıysanız, o kendinizi benzetmek için uğraşıp didindiğiniz İstanbul, öfkenizin, günlük huysuzluklarınızın, söylenmelerinizin, rakı sofralarınızın, kahvehane sohbetlerinizin, apartman toplantılarınızın baş hedefi oluverir. Siz benzediğinizle kalırsınız. İstanbul, kendisindeki herkesi kendine benzetir.

Siz hem yetişkin hem de çocuk ve ergen psikiyatristisiniz. Zamanınızın çoğunu aileler ile harcıyorsunuz.Size başvuran anne ve babalar, çocuklarını en çok hangi sorunlar/şikayetler nedeniyle getiriyorlar?

Şimdi buna iki ayrı şekilde bakabiliriz: Anne ve babaların çocuklarını psikiyatra getiriş sebepleri ve çocuklarda tespit edilen problemler. Anne ve babalar çocuklarını bir çocuk psikiyatri uzmanına, pedagog ya da psikologa genellikle kendilerine kaygı veren, endişe duydukları durumlarda getirirler. Problemin niteliğinden çok, anne-babanın, o problemin çocuğunun geleceğini etkileyeceğinden duyduğu kaygı, danışma adımını attırır.

Çocuklarda en sık saptanan sorunlar, kaygı, korku gibi duygularla ilgili sorunlardır (ayrılık anksiyetesi, depresyon, fobiler gibi). Bunları, öğrenmeyle ilgili, okulla ilgili, yani okulun gerektirdiği öğrenmeyi ve toplumsal uyumu gerçekleştirmeyi engelleyici problemler takip ediyor (Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi). Küçük çocuklarda ise, gelişimin değişik basamaklarının beklenen biçimde gerçekleşmemesi, en ciddi sebebi otizm olmakla birlikte, başka birçok sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilen, konuşmanın gecikmesi ve karşılıklı ilişki kurmakta zorlanmalar anne-babayı erkenden harekete geçirebiliyor. Bunların dışında bir de anne babaların klasik bir tanı grubuna uymayan ama çocuklarını daha iyi anlama ve çocuklarıyla daha iyi etkileşimde bulunma isteğiyle sıkça başvurduklarını görüyoruz. Özellikle okul öncesi ve ergenlik dönemi çocuklarının anne-babaları bu ihtiyacı daha belirgin biçimde duyabiliyorlar.

Peki dünyada durum ne?

Uzun zamandır İstanbul’da çalışıyorum; çok öncesinde Güneydoğu’da ve Kuzey Ege’de pratisyen hekimlik yapmıştım. İstanbul kadar büyük bir yer olmayan New Haven kentinde yaptığım uzmanlık eğitimimden edindiğim izlenimlerle Amerika’nın 1990’lardaki hali hakkında bir fikir yürütebilirim. Gerek kendi deneyimime ve gerekse değişik yerlerde çalışan meslekdaşlarımın yazıp söylediklerinebaktığımda, problem gruplarının hem ülkemizin değişik yerlerinde, hem dünyanın farklı ülkelerinde özünde, neredeyse tıpatıp aynı olduğunu görüyoruz. Örneğin, Türkiye’de anne ve babaların endişelerinin doktora başvuru sürecinde öne çıktığından bahsetmiştik. Anne ve babaların bazen endişelenecek şeylerden endişelenmezken, endişelenmemeleri gereken şeylerden endişelendiklerini görüyoruz. Aslında, anne ve babanın burnu, bir zorluk, bir sorun kokusunu iyi alır. Öğretmenlerin burunları da iyi koku alır. Bize düşen, aldıkları kokunun neye bağlı olduğunu bulmaktır; bu bazen anne-babanın ya da çevredeki diğer insanların beklediği ya da varsaydığından çok farklı olabilir. Örneğin, Türkiye’ye özgü ne var derseniz; bildiğiniz üzere, küçük çocuklarla ebeveynler arasında zıtlaşma her kültürde var; ama Türkiye’deki “banko” zıtlaşmalardan bir tanesi “yemek yedi, yemedi” kavgasıdır. Başka ülkelerde böyle bir şikayetle gelen pek az kişi olurken, ülkemizde, çok farklı yakınmalarla gelseler bile, yemek durumuyla ilgili bir soru sorduğumda, şişman hatta obez olarak tanımlanabilecek çocukların ailelerinin bile, “bu hiç yemiyor, bu arada, doktor amcası” şikayetini de, mutlaka şikayet paketinin ,içine koyduklarını görüyorum. Yemek, daha doğrusu, yedirmekkonusunda bir sıkıntımız var. Türkiye’ye özgü olan şeylerden bir başkası, kurallara uyum, başkalarına saygı, kendi gereksinmeleriyle başkalarının gereksinmeleri arasında dengeyi kurabilme becerilerinde ortaya çıkan problemlerin toplumsal sınıflara dağılımında bir terslik var. Dünyada, başkalarını umursamadan, kendisinden başkalarının varlığını hiçe sayarak yapılan davranışları daha ziyade alt sınıflarda ve yoksul azınlık gruplarında, yoğun ihtiyaç içinde olan gruplarda görüyoruz. Türkiye’de ise durum bunun tam tersi. Özellikle, orta ve üst sosyoekonomik kesimde ve eğitim düzeyi yüksek sayılan kesimde, kuralları ve toplumsal uyumu umursamama, çocukların saldırganlığını teşvik etme, başkalarını ezerek yükselmeyi marifet sayma, kendi dışındaki insanların haklarını hiçe sayma gibi eğilimleri görmekteyiz. İşin ilginç yanı bu durum genellikle “özgürlük kavramı”nın, başıboşlukla karıştırılması şeklinde ortaya çıkıyor; “özgür çocuk” ve “demokratik aile” gibi kavramlar zorbalık ya

da başkasına değer vermeme davranışının üzerine konan marka etiketleri haline dönüşen, içi boş kavramlar oluveriyorlar. Bu konu üzerine birçok yerde yazdım çizdim. Türkiye’nin orta ve üst sınıflarının geçmişinin yeni, sınıfsal kökenlerinin pek taze olması, dolayısıyla kültürün yeterince yerleşik olamaması ve kendilerinin daha baskıcı olarak hatırladıkları bir çocukluk ve gençlik döneminden gelmelerinin bunda rolü olduğunu düşünenler var.

Ebeveynlerin çocuk yetiştirirken bilinçsizce yaptığı, iz bırakan ve tedavisi en zor olan davranış şekli nedir?

Anne ve babanın davranışları ve yaklaşım tarzı, çocukların özellikle hiperaktivite, otizm, ağır depresyon gibi ciddi sayılabilecek problemlerine sebep olmaktan ziyade, problemlerin şiddetini arttırmak şeklindedir. Yani anne baba tutumları, bizim tedavisiyle uğraştığımız klasik çocuk ruh sağlığı problemlerinin kökeninde, bizim düşündüğümüz kadar önemli rol oynamıyor olabilirler. Çocukluk çağında özellikle 0-3 yaş ve 11-14 yaş döneminde yaşadıklarımızın, kimliğimizin belirlenmesinde ciddi bir rol oynadığını biliyoruz. Anne babalarımızın bizim üzerimizdeki etkileri, yoktan var etme şeklinden ziyade, var olan bir malzemeyi biçimlendirmekten ibarettir ve bazen bu malzeme, ortaya çıkacak ürünün niteliklerini belirleyici olabilir. Diğer yandan anne babanın, geri dönülmez derecede zarar verici olduğu çok nadir durumlar olduğunu da burada söylemem lazım. Çocukların ihmale uğradığı, hayat karşısında kendi başlarına terk edildiği, gereksinmelerinin karşılanmadığı, sadece beslenme, barınma, gibi gereksinmelerinin değil, gerçekten sevilme, benimsenme, kabul edilme ihtiyaçlarının karşılanmadığı durumlarda ortaya sorunlar çıkacaktır. Bu ihtiyaç karşılayamama, bazen anne-babanın yetersiz kalmasından, bazen de çocuğun ihtiyaçlarının özel olduğunun yetişkinler tarafından anlaşılamamasından kaynaklanabilir. Fakat şanslıyız ki, Batılı ülkelerden bir farkımız, hatasıyla sevabıyla Türkiye’deki geniş aile yapısında, ebeveynlerin bu tür olumsuz ya da yetersiz kalan tutumlarına karşın, aile büyükleri, mahalledeki komşular, okulda sizi sahiplenen bir öğretmen, hatta bir arkadaşınızın anne babası dengeleyici bir rol oynayabiliyor.

Her çağa damgasını vuran belli hastalıklar var. Psikiyatride de böyle bir durum söz konusu mu? Değişen dünya ve teknolojinin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini de düşünerek, 21. yüzyıl için böyle bir psikolojik rahatsızlıktan söz etmek mümkün mü?

Buna değişik cevaplar verebiliriz. 21. yüzyılda ömür uzamış vaziyette. Buna ek olarak, aynı zaman diliminde yapılabilecek şeylerin sayısı, bir önceki yüzyıla göre onlarca defa artmış durumda. İnsanların yaşam kalitesi anlayışları sadece hayatta kalmak değil, hayatı güzel, tatminkar ve anlamlı bir şekilde, “dolu dolu” yaşamak olarak değişti. Hal böyle olunca bu dediğim özelliklerle birlikte baktığınızda, örneğin ömürün uzaması, yaşlılığın ve yaşlanmanın getirdiği, hem beyinsel değişiklikler, hem hayata bakışla, hayatı kavrayışla ilgili bazı problemler günümüzde daha çok görülüyor. “İletişim Çağı” adı yakıştırılan bu çağda zamanın hızlanması, bizim telaşımızı, bir şeyleri eksik yapıyor duygumuzu, bir şeylerden geri kalıyor duygumuzu daha da pekiştiriyor. Bu da, genellikle endişe, kaygı gibi, kaçabilecek fırsatlarla,ya da depresyon gibi, kaçmış fırsatlarla ilgili olduğunu düşündüğüm psikolojik problemleri çoğaltabiliyor. Bir üçüncü farklılık da, kişiler yaşadıkları psikolojik sorunları, artık, sadece şizofreni, depresyon vs. gibi klasik hastalık kılıfları içerisinde değil, hayatlarında yol açtığı rahatsızlık ölçüsünde değerlendirmeye başlıyorlar. Doktora başvurma, tedavi fırsatlarından ve olanaklarından yararlanma konusunda çok farklı bir bakış var. Psikiyatrik bir tedavi için hastanelik olacak kadar hastalanma zarureti, ülkemizin de dahil olduğu birçok ülkede yaklaşık 20 yıldır ortadan

kalkmış durumda. Ayrıca, psikiyatri ve psikoterapi kavramları daha önceki dönemlerde edindikleri negatif çağrışımlardan önemli ölçüde arınmış durumdalar.

Şu sıralar üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı?

Aslında birkaç kitap var. Bir tanesi 2006 sonlarında çıktı. 99 Soruda Çocukluktan Ergenliğe başlığını taşıyor. Bu, soru cevap şeklinde, gazeteci yazar arkadaşımız Didem Ünsal ile birlikte yaptığımız bir kitap. Konuşma üslubu içinde, dolayısıyla rahat okunan bir kitap. Ergenlik hakkında benzeri bir kitap. 99 soruda ergenlikten gençliğe adıyla yayımlanacak.

Eşim, çocuk doktoru, Şule Yazgan’la birlikte hazırladığımız bir başka kitap, soru cevap formatında; özellikle küçük çocukların fiziksel ve psikolojik gelişimi hakkında temel bir kılavuz kitap olarak tasarladık. Yaz başında satışa sunulacak; Adı henüz kesinleşmedi.

Benim çok özendiğim bir başka kitap Kalp Çarpar, Beyin Böler adıyla Ocak 2007 sonunda yayımlandı. Değişik zamanlarda yazdığım, yaygın yayınlarda yer almamış yazılardan ya da yaptığım konuşmaların notlarından, ve eklediğim çizgilerden bir araya getirdiğim bir kitap. Kitap, “beynimizin işleyişini anlayabildiğimizde, gündelik hayatımıza, iş hayatımıza, hayatımızı yönlendiren kararlara daha farklı nasıl bakabiliriz?” sorusunu irdeliyor. Beyin ve hayatımız hakkında bir bilimsel denemeler kitabı.

Düşe Kalka Büyümek adlı kitabımın dördüncü baskısı yakında yapıldı, herhalde onun bir tekrarı daha olur.

Sizin bir de bulmaca kitabınız vardı.

Doğru, hatırladığınıza gerçekten çok sevindim. Bir bulmaca kitabı vardı. 80’lerin ikinci yarısında Cumhuriyet Bilim Teknik için yaptığım yaklaşık 300 civarında, çizgili mantık bulmacasından seçmeleri toplayıp 1991’de kitap olarak yayınladım, Maksat Bilmece Olsun adı ile. Kitap basıldığı zaman, dağıtımıyla ilgili problemler olmuştu,. Pek alıcısı olmadıysa da,. gönlümdeki “en kıymetli” kitabımdır. İlk fırsatta o bulmacaları tekrar çizip hazırlamayı düşünüyorum.

Siz çok sayıda yayın yapıyorsunuz, hastane, üniversite, muayenehane, kongreler, değişik kentlerdeki konuşmalar, dergi ve gazetelere yazılar yazıyorsunuz, boş vaktiniz kalıyor mu? Boş vakitlerinizi nasıl değerlendirirsiniz?

Tabii boş vakit kavramı hepimiz için çok farklı. Örneğin ben kitaplarımın çoğunu yıllık izinde, deniz kıyısında, plajda veya otel lokantasında yazdım. Orada genelde garsonlar gelirler, “Tatilde de mi çalışıyorsunuz?” gibi sorular sorarlar. Oysa benim için yazmak, çizmek ya da okumak tatilin ta kendisi. Bunları hayatımın içine, bir yandan yan üretici faaliyet olarak soktuğum için, boş zamanlarımda bir yandan da kitaplar vs çıkabiliyor. Ama amacım bir kitap daha yayımlamaktan ziyade, o hazırlanma ve yazmanın kendisi…. Boş zamanı kendi kendine, kendinle kalmak olarak tanımlarsam, hiçbir amacım olmadan, bir tür boşlukta sallanırmışçasına durmak, günde 5-10 dakikalık bir zaman ayırıyorum kendime. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden, öylesine ayağımı uzatıp oturuyorum. Ya da, boş boş sokakta geziniyorum. Kendi varlığımla biraz ilgilenmiş oluyorum.

Filmlerle aranız nasıl?

Sinemaya çok gidiyorum. Bazen eşimin tercihleri sebebiyle, romantik komediler ağır basıyor. İkinci sırada çocuk filmleri, çocuklarım tercih ettiği için. Üçüncü sırada, ancak, kendi tercihim olan polisiyeler, siyasi gerilimler, 1960, 70’lerin Fransız dedektif filmleri ve Dr. Jivagomsu klasikler. Bir de son yıllarda sayıları artan, başı sonu birbirinin içine giren Memento gibi filmlerden hoşlanıyorum. Ayrıca sinemada film seyretmenin seremonisini çok seviyorum. İşte, gidip kola almak, mısır yemek, öncesinde yemeğe, çıkışında bir şeyler içmeye gitmek gibi.

Mesleğiniz, insanlarla ilişkinizi etkiliyor mu?

Ben 86’dan beri psikiyatri dalında doktorluk yapıyorum. 70’li yılların ortasından beri bu konularda devamlı okuyan biriyim. Yani, lise talebeliğimden bu yana bir biçimde psikiyatri hayatımın bir parçası. Özellikle, daha acemi olduğum zamanlarda bilerek, ya da fiyaka olsun diye sağa sola yorum yaptığım olmuştur ama, zaman geçtikçe bazı değerlendirmeler otomatik olmaya başlıyor. Karşımdakinin bir davranışıyla ilgili kafamda bir fikir oluşup benim davranışımı otomatik olarak etkiliyebilir. Bu daha ben, “Bu bunu demek istedi, şu anlama geldi,” diye fikir yürütmeksizin olur. Ama, bunun olmaması için ciddi bir gayret gösterdim hep, artık çok az gayret gerekiyor kafamı “nrmal vatandaş” vitesine geçirebilmem için. “Çalışma saatim bittiği an her şeyi unutuyorum, etkisi altında kalmıyorum,” diyecek meslektaşlarım çıkabilir. Bunun en azından kendim için pek mümkün olmadığını biliyorum. Ama iyi bir eğitim aldınızsa, bilginin hangi koşullarda kullanılacağı konusunda iyi bir denetim süreci olan bir terapi ve psikiyatri eğitim sürecinden geçtiyseniz, mesleğinizin kişisel ilişkilerinizi etkileme ya da değiştirme ihtimali daha azalıyor. Örneğin, devamlı çevreyi analiz etmek, yorum yapmak, bir kişi için zaten çok yorucu; çalışmaya devam etmek gibi bir şey.

Şu bir gerçek, hepimizin içinde bir psikiyatr var. Psikiyatr olmayanların da içinde var; çünkü sezgilerimiz, otomatik düşüncelerimiz, yerleşik fikir ve kalıplarımız aslında her durumu psikolojik bir mekanizma ile zaten açıklıyor. Buna empati becerimiz diyebilirsiniz. Empati becerimiz bize, ne dersek karşımızdakine daha çok acı vereceğimizi ya da nasıl hareket edersek ya da nasıl durursak, karşımızdakiyle daha yakın ya da daha uzak olacağımızı, istemeden, sormadan, gösteriyor. Bu mekanizmaya hepimiz sahibiz. Psikiyatri alanında, psikoterapi alanında çalışan kişiler, bu mekanizmayı profesyonel amaçlarla, karşısındakine yararlı olmak için kullanmayı öğreniyorlar. Psikiyatr olmasak da karşımızdakinin davranışlarını, düşüncelerini devamlı analiz ediyor ve her adımımızı buna göre atıyoruz.

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.