Kayıp Psikoterapi Çağının Peşinde

Son yıllara kadar Türkiye’de bir asistan ya da asistan adayı “psikoterapi” kelimesini telaffuz ettiğinde, kıdemli hocaların çoğu—birkaçı hariç—bu kişiyi, nörobilimdeki büyük değişimlerden habersiz, “böylesi hayalperest fikirlerin” artık modasının geçtiğini fark edememiş biri olarak görürdü. Oysa nörobiyolojik devrimden ve onun psikiyatri pratiği üzerindeki etkilerinden önce bile, psikoterapiler psikiyatrik tedavinin asli bir parçası olarak kabul edilmezdi. Yalnızca tıbbi yaklaşıma layık görülmeyen, “küçük” sorunlar için düşünülebilirdi. 

Bu psikoterapiye yönelik ihmal ya da bilgisizlik, dönemin egemen ideolojik atmosferinin bir yansıması olarak görülebilir. Türk psikiyatrisinin öncülerinden Mazhar Osman (Emil Kraepelin’in yakın çalışma arkadaşı) gibi isimler, ağırlıklı olarak “organik” ve betimleyici yaklaşım temelinde eğitilmişti. Bu nedenle, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca, Kıta Avrupası psikiyatrisi—biyolojik yönelimli anlayışıyla—Türk psikiyatrisine güçlü biçimde nüfuz etmişti. 

Bu ideolojik mirasın ötesinde, Türkiye’de halkın tıbbi yaklaşımlara meyilli olduğu yönünde yaygın bir inanç da vardı. Tıbbi müdahaleler, mesleki yardım almanın en kolay yolu gibi görülüyordu. Bu inanç, genel tıbbi pratikte karşılığını bulsa da, psikoterapötik yaklaşımların eksikliğini örtbas etmek için çoğu zaman bir bahane olarak kullanıldı. 

Buna karşılık, kadrolarında psikodinamik yönelimli eğitmenlerin bulunduğu kliniklerde eğitim alan bazı psikiyatristler bu görüşe katılmaz. Türkiye’nin farklı kırsal bölgelerinde çalışmış olan bu hekimler, “terapi” ya da “konuşma tedavisi” gibi kavramların neredeyse hiç duyulmadığı kasabalarda bile özel muayenehane sürdürebildiklerini ifade ederler. Sorunları konuşmak, tedavilerinin doğal ve vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Kırsal kesimdeki insanların naif ve savunmasız ifade biçimlerinin, terapötik süreci kolaylaştırıcı nitelikte olduğunu sık sık vurgularlar. 

Bugün zaman değişti: insanlar artık “konuşma terapisi”nin adını biliyor ve onu talep ediyor. Demanslı bir hasta, yaşadığı kayıplarla başa çıkmanın daha iyi yollarını sormakta. Başka bir hasta, panik atak sonrası titreyerek, “Bu konuda kendim bir şey yapmak istiyorum,” diyor. Demanslı ya da panik içinde, depresif ya da remisyona girmiş şizofrenik, hipertansif ya da parkinson hastası… Acı veren farklı sorunlar yaşayan pek çok kişi, sürece kendi katılımını içeren yöntem ve tekniklerin peşinde. 

Artık zaman hızlandı. En ücra yerden gelen hasta bile acele ediyor. Geleneksel “çare arayışı”, bu sabırsızlığa zemin hazırlıyor. Trafikte, yatakta, muayenehanede ortaya çıkan bu “aralıklı” sabırsızlık, Türkiye’de yaşayanların büyük kısmına özgü bir özellik gibi görünüyor. 

Bu değişim, bilişsel ve davranışçı tekniklere alan açtı. Bu yaklaşımlar, birçok psikiyatrist için daha anlaşılır ve mantıklı görünüyordu. Belki de bu tekniklerin somutluğu ve “sağduyu”yla olan ilişkisi, onlara duyulan sempatiyi artırdı. Ancak insan düşünmeden edemiyor: bazı psikiyatristler kendilerini, hastaları adına sağduyu temsilcisi gibi görüyor ve gerçekten de hastaların zaman zaman ihtiyaç duyduğu bu rolü üstleniyorlar. Bir toplantıda, “organik” yaklaşımlı bir profesör, yıllardır farkında olmadan bilişsel-davranışçı terapi yaptığını açıkça söylüyor ve ekliyor: “Yani, bu işin nesi yeni?” Muhtemelen kendisi ile hastaları arasında “psikodinamik” bir şeyler yaşanıyordu ama o bunun farkında değildi. 

Kentucky’li bir psikiyatri profesörü bana, ABD’deki birçok eğitim kurumunda psikodinamik psikiyatri ve psikoterapi derslerinin asistanlar arasında pek ilgi görmediğini söylemişti. Benzer haberler, psikodinamiğe olan ilginin eskiye göre azaldığını gösteriyor. İşte tam bu noktada, Türkiye ile ABD arasındaki temel fark ortaya çıkıyor. 

Her iki ülkede de zaman baskısı ve kısa vadeli, pratik çözümler üretme zorunluluğu benzer görünüyor. Ancak ABD’de, biyolojik, bilişsel ya da davranışsal yönelimli psikiyatristlerin mesleki geçmişinde bir “psikoterapi çağı” mevcut. Türkiye’de ise bu döneme dair kolektif bir mesleki hafıza büyük ölçüde eksik. 

Bugün Türkiye’de, birçok asistan ve genç psikiyatrist bu “kayıp psikoterapi çağının” peşine düşüyor. 1950’li ve 60’lı yıllarda Kuzey Amerika’daki saygın merkezlerde eğitim almış, sayıca az ama etkili psikodinamik yönelimli hocalar, bilgilerini yayma konusunda ciddi bir baskı altında. Son yıllardaki ulusal psikiyatri kongreleri, özellikle psikoterapi eğitimi konusunda, daha iyi bir psikiyatri eğitimi için forumlara dönüşmüş durumda. 

Genç psikiyatristlerin talepleri arttıkça, bazıları eğiticilerini bu bilgiden onları mahrum bırakmakla suçluyor. Eğiticiler—ki belki de gerçekten uzak durmuşlardı—şimdi başlarını sallayarak, “Zamanı değildi,” diyorlar. 

Bugün, Türkiye’de siyasi sistemdeki demokratikleşme süreciyle birlikte, içsel düşüncelerin ve duyguların özgürce dile getirilmesi yaygınlaştı. Artık zamanıdır. Hastalar konuşmak ve dinlenmek istiyor, fakat hekimler bu hizmeti vermeye ne kadar hazır ya da eğitimli, bu hâlâ bir soru işareti. 

Toplumsal hayattaki bu çoğulculuk, hastaların ve toplumun diğer bireylerinin yaşamında bir “itiraf salgını”na dönüşmüş gibi görünüyor. Kayıp psikoterapi çağının peşinden giden Türk psikiyatristinin bu yönelimi, ülkedeki demokratikleşme dalgasıyla derin bağlar taşıyor. 

Bu yeni kuşak psikiyatristler, psikodinamik donanımı edinmeye çalışıyor—amacı başka yaklaşımları (biyolojik, bilişsel vb.) terk etmek değil, bunları bireyin ve toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu, daha bütüncül bir yapıya dönüştürmek. Onların heyecanı ve kararlılığı, yalnızca akademik değil, aynı zamanda insani bir arayışın da ifadesi.T.B. Karasu’nun depresyon psikoterapisi üzerine monografında Robert Burton’dan aktardığı gibi:
“Psikiyatrist; bir büyücü, bir kimyager, bir filozof, bir astrolog olmalıdır.”
Belki de bu yüzden o “kovalayan”, hâlâ kovalıyor… 

Dipnot: Bu yazının kaleme alındığı dönemde erişkin psikiyatrisi asistanıydım, yaklaşık 35 yıl önce. Daha sonra ABD’ye taşındım ve orada çocuk ve ergen psikiyatrisi yandal eğitimimi, aynı zamanda bir araştırma eğitim programını tamamladım. Alanın hem nörobilim hem de gelişimsel psikanalitik düşünce boyutlarını bir araya getirebilen öncü isimlerle çalışma fırsatını bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum (başta Donald Cohen ve James Leckman olmak üzere birçok isimle).

İngilizce versiyonu için:  https://www.yankiyazgan.com/chasing-for-the-lost-age-of-psychotherapy-in-turkey/