Yüz Yüze Eğitim — Yeni Dönem

Yönetimin Çarşamba gecesi açıkladığı yüz yüze eğitim kararından önce kaleme almış olduğum bir yazı, gözden geçirilmiş versiyonu. Yüz yüze eğitimin anlam ve gereğini, uygulamada çıkabilecek kaygı ve tartışmaları ele aldım. Önümüzde nasıl gideceği pek belli olmayan bir dönemde, siste adım adım yürüyen bir insan gibi, bir seferde bir adım atarak ilerliyoruz. Her adım kıymetli.

Yüz yüze eğitimin gerekliliğini ya da olabilirliğini tek başına benim ele almam mümkün değil, kendi görüşlerimi bile tek bir yazıda toparlayamam. Son kararla uygulamaya geçeceği kesinleşen yüz yüze eğitime ilişkin gözlem ve düşüncelerimi önümüzdeki döneme fikir vermesi için burada paylaşacağım.

Okurlar yazıyı okurken Türkiye’nin dört bir yanında ve çok farklı özelliklerde çocuk ve ergen olduğunu, söylenenlerin uyduğu ya da uymadığı sayısız durum olabileceğini akılda tutmalı. Salgının özellikle virüs ve bulaşmaya ilişkin değişen parametrelerine ya da salgında yüz yüze eğitimin yapılamamış olması nedeniyle oluşan kayıplar ve zararlara ve başka kaynaklarda (örn. TTB raporları) ayrıntısıyla değinilen hususlara bu yazıda ayrıca değinmeyeceğim.

  • Salgın dönemi insanların bir aradalığının yüz yüze, göz göze olan ilişkinin yaşamımızın ne kadar ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterdi. Bu durum özellikle okulları bir buçuk yıla yakın bir süre kapalı kalmış çocuklar ve gençlerde çok daha net oldu. Okulun insan gelişimindeki eşsiz yerini daha iyi görmüş olmamız toplumumuzun geleceğini kurduğumuz bu ortama göz bebeğimiz gibi bakmamızı sağlayacak mı? Bu yaklaşımımız bir yerde çocuklara verdiğimiz değer ile orantılı. Çocukların salgında en düşük riskle okullarda yüz yüze eğitim içinde olmasını sağlamak yerine onları evde tutmaya devam edersek, salgından ne kadar koruyabileceğimiz bir yana ruhsal gelişimleri ile ilgili başka bir salgına da kapıyı açık tutmaya devam etmiş olacağız. Ev ortamının özellikle dezavantajlı toplum kesimlerindeki çok sayıda çocuk için gereken asgari gelişim ortamını sağlayamamış olması, uzaktan eğitimin mevcut haliyle geniş kesimlerin akademik gelişim ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak kalmış olması ve belki de en önemlisi sosyal gelişimin, daha düz deyişle çocuğun modern toplumun bir parçası olmayı öğrenmesinin tıkanmış olması gibi etkenler yüz yüze eğitimin sağlanmasını ekonominin çarklarının dönmesinden farksız (ve çarkları önemseyenler için not, çarkların dönmesi için kaçınılmaz) kılıyor. Bu zorluklar değişik nörogelişimsel ya da ruhsal bozuklukları olan çocuklar için sınıflar ötesi katlanarak bir etki göstermekte.
  • Peki, ne yapılmalı? Çocukların salgınlardan nasıl etkilendiğine ilişkin güncel bilimsel bilgiler ışığında yapılacak düzenlemeler ile okulların yüz yüze eğitime açık tutulması siyasetler üstü bir talep olmalı. Bu düzenlemelerin güncel bilimsel verilere ve salgının o andaki durumuna göre nasıl yapılacağına her yerel koşula göre farklı karar verilebilmeli. Okullarda çalışanların ve ergenlerin aşılanmış olması, etkin havalandırmanın ve açık hava kullanımının sağlanması, kapalı alanlarda maske kullanımı, mesafelenmeye uygun sınıflar gibi ayrıntısı ilgili uzmanlarca belirlenecek koşullar yerine getirilmeli. Okul “ders yapma” ve “sınava hazırlanma” gibi işlevlerin dışında toplum ruh sağlığını korumanın, çocukların ve gençlerin bilişsel ve sosyal duygusal gelişiminin merkezi olarak tanımlanmalı.
  • Okulu ve yüz yüze eğitimi öncelik olarak görmeyen bir çok anne-babanın bu tutumlarının salgına ilişkin yanlış bilgiye dayalı yersiz kaygı ya da umutsuzluk, çaresizlik ve karamsarlık dışındaki kaynaklarını araştırmalıyız. Okullardaki yüz yüze eğitimin (notla ölçülen eğitim dışındaki gelişim açısından) en yetersizinin bile sosyal ve duygusal gelişim açısından sağlayabileceklerinin vazgeçilmezliğini gördükleri ölçüde bilime ve sağduyuya daha açık olacaklarını düşünüyorum. Çocukların sosyal ve duygusal gelişimine öncelik vermemiş olmaları önemsemediklerini göstermiyor. Bu önceliği fark ettirmek biz “uzmanlar”a da düşüyor. Bizim bilgimizi de çocukların üstün çıkarını gözeten, güncel veriden beslenen, önyargısız ve herkese ulaşmayı hedefleyen yöntemlerle kullanmamız gerekiyor.
  • Toplumda eşitliği ucundan kıyısından sağlamakta bir araç olmuş olan okulların bu rolü tam ve etkili biçimde oynayacak hale gelmesi gerekiyor. Toplumsal barış ve huzur için bir gereklilik olarak da düşünmeliyiz; sosyal iletişimi, çatışma çözümünü, birbirini anlamayı ve farklılıkları dışlayıcı değil kapsayıcı olmayı öğrenmenin pek başka bir yeri yok. Hele çocuklar ve gençler için müzik-dans-sanat, kültür, spor ve bilim aktiviteleri sağlayan faaliyetlerin azlığını düşünürseniz. Okulların yüz yüze açılarak ve açık tutularak sosyal ve duygusal gelişimin odağı haline gelmesi için değişik programların uygulanması ve müfredatın buna uygun hale getirilmesi gerçekleşmeksizin teknolojik olanaklardan yararlanarak yapılacak olan hibrid eğitim ihtiyaçları karşılamaz.
  • Çocuk ve genç psikiyatrlarının ortak gözlemi uzaktan eğitimde özellikle dikkat/odaklanma ve motivasyonun erişim olanakları tam çocuklarda bile hızla düşmüş ve ailelerin çok önemsediği akademik öğrenmenin de verimsizleşmiş olduğu yönünde. Öğrenmeyi bir alışverişten ziyade bir “ilişki” olarak tanımlarsak, bu ilişki yüz yüze eğitim koşullarında çok daha iyi sağlanabiliyor. İlişki olmadan öğrenme olmuyor. Uzaktan ve teknolojik araçlarla ilişkinin gücünü ve etkinliğini arttırma yönünde çalışmaların önümüzdeki yıllarda iyi sonuç vereceği kanısındayım, bu araştırmaları bir yandan sürdürmemiz gerekiyor. Ancak önümüzdeki bir ay içinde on milyonlarca çocuk ve genç için yüz yüze eğitim olanakları sağlandıktan sonraki hedef olarak eğitimi destekleyici “asenkron” kaynaklara yüzde yüz erişim sağlama yolları devreye sokulabilir. Okul saatleri dışındaki zamanın artması olasılığına karşı çocukların başta açık hava ortamlarında olmak olmak üzere “dışarıdaki okul” uygulamalarını toplumun bütün kaynaklarını harekete geçirerek sağlamamız yeni gelişim olanakları sunacaktır. Özellikle sosyal ve duygusal gelişim adı altında topladığımız ve insan olmamızı sağlayan her becerinin kazanılmasına odaklı “ders olmayan gelişim” aktivitelerinin yeri ve biçimi üzerine fikirlere, deneylere ve yüzlerce projeye yer olduğunu düşünüyorum.
  • Bu bakışla salgının ve beraberindeki altüst oluşun ruh sağlığımız üzerindeki giderek artan yıkıcı etkisini hafifletici, problemlerin kronikleşmesini azaltıcı sonuçlar elde edebiliriz.

Kafamızın karışıklığı bir arada durmaya engel olmamalı

Okulların yüz yüze açılması çağrılarının (ve Bilim Kurulu tavsiyesi ile alınan kararların) birçok anne-baba ya da öğretmen için özellikle zor duygular yaratan kararlar içerdiğinin farkındayım; bu duyguları ele almak, dile getirmek için gereken kanalların açılırken sosyal medyada pek de düşünmeden söylemenin rahatlığına teslim olmamak önemli. Açıkçası toplumun kafasının karışıklığının, bizlere ya da resmi otoritelere güvensizliğinin bu kadar yüksek olduğu bir dönemde doğru bildiğimizi savunurken bile yanlış düşünceleri besleyen kaygıları anlamaya, kaygıları dile getirenlere kulak vermeyi unutmamalıyız.

Toplumsal kafa karışıklığının sebebi bilimin yetersizliği değil, ancak bilimsel düşüncenin kesinlik iddiası taşımamasının (bilim karşıtı görüşlerin kendisinden ne kadar emin olduğuna kıyasla) ve yeni verilere göre önerilerin güncellenmesinin toplum tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlamak görevimiz.

Zaman içinde oluşmuş değişik güven sarsıcı olayların birikiminin bugün okullarla ilgili sağlık güvenliği alanındaki kaygıları beslediğini de unutmayalım. Her felaket durumu, her beceriksizlik sorumlulardan ziyade güvenilmesi beklenen tüm gruplara atfediliyor. Bilimin bu dönemde ürettiği bilgi ve çözümleri görmemek haksızlık, ancak, bilime ve uzmanlığa karşı son on yıllarda oluşturulmuş önyargılar, “hakikat sonrası” dönemin değerleri bunun zeminini oluşturdu.

Ülkemizdeki “aşı karşıtlığı”nın bayraktarlarının okumuş yazmış “AB” grubu kesimlerden çıkması, “tuzu kuru”lar için okulun açık ya da kapalı olup olmamasının (eğitimi değişik kanallardan sağlayabilmeleri nedeniyle) pek dert olmaması ile ilişkili mi, yoksa bu kesimin ve beraberindeki “C+”nın kimseye, hele iktidara güvenmez hale gelecek kadar hırpalanmış bir sosyal gruba dönüşmüş olmasına mı bağlı? Siyaset ve ideolojiler üstü bir noktaya taşınan aşı ve yüz yüze eğitim konusundaki çelişkiler farklı gözüken grupları birbiriyle koalisyona sürüklüyor; belki de bu düşünsel farklılıkların ilk aşamada bir fark oluşturmadığı bir nesnel dünyada, hayatta kalmaya indirgenmiş bir odakla yaşamak koalisyonları her ortamda değiştirecek.

Ama, toplumda yeni bir araya gelişlerin ortak zemininin bilimsel yöntem  ve geleceğimiz olması mümkün mü? Ülkemizde zorlanma arttıkça bilim kurulunun sözünü öne çıkartan yönetim kendi bildiğine ve önceliklerine göre hareket ettikçe durumun berbatlaşacağını anladı da mı bilim yoluna girdi? Bu soruyu tartışmayı sizlere bırakıyorum. Bilime kulak vermemek günlük hava durumunu dinlememek kadar gerçekten kopukluk içeriyor. Delta varyantı gibi korkutucu (ama aşılamanın yaygınlaşamaması sebebiyle gerçekleştiği düşünülen) değişiklikleri bilimin öngörmüş olduğu unutuluyor; bilimin önerilerine dayalı hazırlık yapmak için daha ne kadar kanıt lazım?

Bilim bir “sabit fikir” değil, verileri doğru yorumlamaya dayalı. Hekimlerin her attıkları adımda riski hesaplayarak hareket etme alışkanlığı ve deneyimi olmasına güvenmeliyiz. Risklerin sıfır olmayacağını kabul ediyoruz, sıfır olmasını hayal etsek de. Ama tıp dünyası olabilecek en düşük riskle okulların açılmasının mümkün olduğunu düşünüyor, yanılma payının düşük olduğu konusunda sahici bilim çevrelerinde bir görüş birliği var. Aşılamanın yaygın, eşitlikçi ve etkin uygulanması toplumda bir ortak zemin oluşturacak. Bir yandan da “aşı” çerçevesinde yukarıda saydığım kaygı ve yarılmaların nasıl geliştiğini göreceğiz. Toplumun tüm kesimlerinin bu ortak zemin üzerinde durmasını sağlamalıyız.