Nasıl Başlarsa Öyle Gider

*Bu yazı, Stajyer Psk. Perin Aydın tarafından hazırlanmıştır. 

Yankı Yazgan, psikiyatri uzmanlığını yapmış olduğu Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okuyan öğrencilerin oluşturduğu karikatür ve mizah dergisi Mavi Dalga ekibiyle buluştu. Hekimlik ve meslek yaşantısı, karikatürün hayatındaki yeri gibi konular üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdiler.

Mavi Dalga dergisi, 1989’da mizah ve karikatür dergisi olarak başlamış, sonrasında çalışmalarına uzun bir ara vermiş fakat son üç yıldır pandemiyle birlikte okulla bağı güçlendirmek adına tekrar aktif hale gelmiş bir oluşum. Öğrencilerin deyimiyle herkesin kendine yer edinebildiği ve kendini ifade edebildiği, yeri geldiğinde sanat ve bilim konuşulan, mizah ve eleştiri yapılabilen bir alan. Mavi Dalga “Su çok güzel gelsene” sloganını kullanarak herkesi çağırıyor ve kendilerini herkesi birleştiren, serbest ve bireylere katkı sağlayan bir oluşum olarak tanımlıyor.

Mavi Dalga: Tıp Bayramı’nda çizdiğiniz “İlk Vaka” karikatürünün arkasındaki hikaye neydi, “Nasıl Başlarsa Öyle Gider” ifadesi size ne anlam ifade ediyor?

YY: 12 Eylül rejiminin çıkardığı zorunlu hizmet yasası sonucunda kura ile Gaziantep’in Oğuzeli adlı kasabasında kasabanın tek doktoru olarak işe başlamıştım. Çalışmaya başladığım gün 8’de işe gittim. Lojman ve sağlık ocağı Anadolu’da iç içedir, bundan dolayı hayatımda yaşadığım en kısa iş-ev yolculuğuydu. 8.10’da telefon çaldı. Karşımdaki kişi “Günaydın doktor hayırlı olsun, ben cumhuriyet savcısı, şüpheli ölüm vakası var” dedi. Bu ne demek? Birinci adımda bir otopsi vakasıyla karşılaşmak demek. Yeni mezun 24 yaşımı bile henüz bitirmemiş olduğum bir sırada, ciddi bir işle karşılaştım. Savcı benim yeni olduğumu anladı, acemiliklerimi bir parça düzeltti, sonra dedim ki “Bu ne şans, ilk vakam ölmüş bir insan”. Savcı “Nasıl başlarsan öyle gider doktor” dedi bana. Ne kastettiğini anlayamadım o sırada. Sonra “Eyvah her gün böyle mi geçecek” dedim. Nitekim o yıl çok sayıda adli vaka, otopsi, doğum, kaza gerçekleşti, maceralı bir yıl oldu benim için. Nasıl başlarsa öyle gitti, otopsilerle gitmedi ama kolay olmayan vaka ve olgularla epey zaman geçti. Hayat böyle bir şey, önüne ne çıkarsa onu yapıyorsun.

Mavi Dalga: İlk vakadan şu ana kadar hep nasıl başlarsa öyle gider diye mi düşündünüz?

YY: Zor ve kompleks işlerle uğraşmak genellikle çalışma tarzımın önemli bölümünü oluşturdu. Oynayanlar bilir, satrançta açılış ve ilk hamlelerinizi nasıl yaptığınız çok önemlidir çünkü gerisi ona göre şekilleniyor. Bir yandan olmadık zor bir işle karşılaştığınız ve onu çözdüğünüz zaman bu size özgüven veriyor, bundan sonrakiyle de başa çıkabilirim herhalde diyor insan. Zor bir sınavı verdiğinizde öbür zor sınavı da yapabilirim diyorsunuz. O nedenle açılışı özellikle bizim mesleğimizde çok kolay yapmayı beklememek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hekimlik zor bir iş, kolayı da yok. Tıp mesleğinin hiçbir alanı kolay değil, o nedenle kolay bir şey beklemeden yola çıkmanın faydası oluyor, başkalarına zor görünen şey zaman içinde size kolay gelmeye başlıyor.

Mavi Dalga: Fakültede en çömez hissettiğiniz an ne zamandı?

 YY: Her zaman her durumda her vakada çömez hissediyorum. Çömez burada “Burada benim öğrenmem anlamam gereken bir şeyler var” anlamında. “Tamam bunu öğrendik hallettik” gibi hiç hissedemiyorum. Hastalarımla ilgili konularda mutlaka bir yerde bir şeyi eksik biliyorumdur diye hareket ediyorum. Alanda yetkin birisi olarak görüldüğümün farkındayım ama öyle hissedemiyorsunuz çünkü her zaman bir çömezlik var, eksik bırakmış olabileceğimiz şeyler var, mesleğimizin yorucu yanlarından birisi o. Otomatiğe bağlayabildiğiniz bir şey yok çünkü her olgu yeni bir hikaye psikiyatride. Tıbbın başka dallarında da böyle, iyi bir genel cerrah da olsanız, iyi bir böbrek uzmanı da olsanız da bu şekilde. Her şeyi yeni baştan öğrenip bilgiyi yeni baştan bir kişiye uyguluyorsunuz. Ama çömez hissetmekten üzülmüyorum çünkü çömez hissetmenin bir avantajı var; heyecanlı. Bu işte 40 yıl dayanabilmenin sırrı bu yenilik hissinde, her zaman yeni bir şey öğreniyor olmanızda yoksa birçok şey monoton ve sıkıcı gelebiliyor. Bu sebeple meslek hayatında 40. yılına girmek üzere olan bir kişi olarak yoruldum ama sıkılmadım diyebilirim.

Mavi Dalga: Fakültede karikatür hayatınızı canlandırmaya karar verdiğinizde kendinizden umudunuzu kesmiş miydiniz? Karikatür sizin için bir başa çıkma mekanizması mıydı?

YY: Karikatürü ve mizahı önemseyen bir insanım, süper neşeli bir insan olduğum söylenemez ama mizahtan zevk alıyorum. Derslerde karalama, kitabın sağına soluna çizim yapma gibi bir alışkanlığım vardı, sıkıntıyla başa çıkma aracımdı. Lise sonda okul yıllığı vesilesiyle bu işe girdim, sonrasında daha çok yapmaya başladım. Ege Tıp Fakültesi’ne başlayınca birkaç karikatür yapan arkadaşla ve öğretim üyesiyle karşılaştım, bir karikatür kulübü de vardı. Monotonluğu bir parça kırmak için karikatür yapan bir gruptuk. 1970’lerin sonunda Türkiye’de garip bir dönem vardı, kahvehanelerin tarandığı, 1 Mayıs mitinginde Taksim Meydanı’nda ateş açılarak 34 kişinin öldürüldüğü, katliamların olduğu, Maraş’ta Malatya’da Çorum’da insanların bir mahalleye girip yüzlerce kişiyi öldürdüğü bir dönemdi. Türkiye’nin o toplumsal ikliminde, tıp fakültesi bir sığınaktı, iyi bir okulda düzgün öğretim üyeleriyle steril bir ortamda çevriliydik. Karikatür de bir parça dış dünyayla ilişki kurma ve oyalanma aracı olarak vardı. Nitekim sonrasında da küçük molalar olmakla birlikte hep sürdürdüm. Para karşılığında çizdim, hatta doktor olmadan önce ilk maaşımı gazetelerden kazandım. Çizgi, yazamadığımız şeyleri daha iyi anlatmak için bir araç gibi hissediyorum. Daha görsel ve imajlarla düşündüğümü düşünüyorum. Karikatürlerimle ilgilenilmesinden de çok zevk alıyorum hatta benim için iyi doktor denmesindense iyi karikatüristsin denmesi daha çok hoşuma gidiyor.

Mavi Dalga: Meslek yaşantınız sizi başta sağlıkta olmak üzere genel hayatınızda eşitsizliğe karşı duyarlı olmaya mı itti yoksa her daim bu konularda duyarlı biri miydiniz?

YY: Tıp fakültesinde öğrenci olduğum sırada içinde olduğum çevre ve zihinsel yapım tabii beni bu konulara duyarlı kıldı. Diğer yandan biliyoruz ki toplumsal eşitsizliğin de avantajlı kesiminde olan insanlarız. Bu nedenle “Sen kendi işine bak” diyenler olabiliyor. Halbuki toplumsal eşitsizlikle ilgili en büyük farkındalıkları sağlık alanı bize gösteriyor. Sistemik çözüm arayışlarının ya da sağlığın nasıl sağlanacağı üzerine kafa yormanın biraz daha zamanla kazanıldığını gördüm. Yaş ilerledikçe bakış açısında değişiklikler olabileceğini hatırlatmakta fayda var. Nasıl başlarsa öyle gider bazı şeyler ama atılan her adım yolu yine de farklılaştırıyor, baştaki gibi kalmıyorsunuz. Yaşam devam ediyor ama siz aynı kalmıyorsunuz.

Ben son 20 yıl içinde okulların ruh sağlığını koruyucu ya da ruh sağlığında bozulmaları vakitli tespit edip ilk aşamada müdahale sağlayıcı olması gerektiği fikrine kapıldım. Okulların toplumun içerisinde çocuk ve gençlerin ruh sağlığını tahrip edici değil koruyucu hale getirilmesi çok önemli. Çünkü ailelerin de bu rolü oynamalarının çok zor olduğunu biliyoruz. Bunlar toplumdaki sağlıkla ilgili eşitsizliklere fikir üretmemizi, okul kavramına yönelmemizi getiriyor.

Örneğin, 1999’da büyük Marmara Depremi sonrası yüzbinlerce çocuk ve gencin ruh sağlığı hizmeti ihtiyacı olduğunda tek tek gidip çocuklara terapi yapmak, travmalarını tedavi etmek tabii çok önemliydi. Ama bununla bu şekilde başa çıkamayacağımızı görüp İsrail ve ABD’den bir grup meslektaşımla okul temelli bir ruh sağlığı programı geliştirdik. Okulun sadece çocuklar için değil anne baba öğretmenler ve bütün toplum açısından da bir toparlanma derlenme merkezi haline gelmesini sağlayabildiğimiz bir proje gerçekleştirdik. Psikiyatrinin sadece ofislerde hastanelerde sürdürülecek zor ve karmaşıklaşmış konularla ilgilenen bir kısmı var ama o aşamaya gelmeden asıl yapılacak hizmetle ruh sağlığında eşitliğin sağlanabileceğini düşünenlerdenim. İşim her ne kadar bireysel çalışmak olsa da toplumsal araştırma projelerimizi 20 yıldır hep o yönde yapıyoruz.

Marmara depremi sonrasında beraber çalıştığımız lider öğretmenlere de müteşekkirim çünkü öğretmenlerin uygun bir şekilde desteklendiklerinde çocukların ruh sağlığını düzeltici roller oynayabildiklerini görmemi sağladı. Çünkü biliyoruz ki ülkemizde çocuk ve genç nüfusunun ruh sağlığı ihtiyaçlarını sadece profesyonel ve bu alanda özelleşmiş hekimlerin karşılaması mümkün değil. Gerekli de değil aslında çünkü gereksiz bir klinik yük getirebiliyor. O nedenle okulların ikliminin güvene dayalı olması, bireylerin kendilerini güvende hissettikleri, kendileri oldukları için yargılanmadıklarını bildikleri, başkalarına güvenmelerini sağlayıcı olması konusunda neler yapılabilir konusunda son 4-5 yıldır çalışma yürütmekteyim. 14-25 yaş arası ruh sağlığında bütün bozuklukların %70’inin gerçekleştiği zaman dilimi, o nedenle çok kritik bir dönem. Stres faktörü ruhsal bozuklukların en genetik olanının bile ortaya çıkışını tetiklemekte. Okul iklimlerini iyileştirdiğimiz ölçüde bu dönemin stres faktörünü aşağı çekiyoruz. Aynı zamanda ruhsal bozuklukların erken saptanmasını, ilk işaretleri ortaya koymamızı sağlıyor. Hem de durum ortaya çıktığında ilk yardımın sağlanması için bir araç oluyor.

Mavi Dalga: Eşitsizlik ve yoksulluk ruh sağlığımızı nasıl etkiliyor?

YY: Genel sağlık açısından baktığımızda bir kere ömrü kısaltıyor. Biliyoruz ki, ruh sağlığı bozuklukları da ömrü kısaltıyor, nerdeyse 20 yıl kadar daha insanların az yaşamasına sebep olduğunu biliyoruz. O nedenle yoksulluk ve eşitsizlik bir sağlık sorunu. Ruh sağlığındaki sorunlarla birleştiğinde bu katlanıyor. Bu sebeple ciddi ruh sağlığı bozukluklarının vakitlice tedavisi için psikiyatrlara rol düşüyor. Örneğin küçük çocukların beyin gelişimi açısından baktığımızda yoksul olmanın beyin gelişimi üzerinde net bir engelleyici etkisi var. Bebeğin gelişiminde dil kazanımı sosyal gelişim gibi temel gelişim basamaklarıyla da doğrudan doğruya bir bağlantısı var. O nedenle bu konuya kayıtsız kalamayız, bu konuya dikkat çekmemiz ve çözümler aramamız gerekiyor. Örneğin Kimberly Noble ve arkadaşlarının ortaya koyduğu bir çalışmada yoksul aileye para yardımı yapıldığı ve karşılıksız bir gelir sağlandığı takdirde 0-1 yaş arası çocukların beyin gelişiminde net bir şekilde fark olduğu görülmüş. Bu bize kafamızı yormamız gereken meseleler olduğunu gösteriyor. Şu an hastanelerde en iyi şartlarda 15-20 dakika içinde bir insanın hayatıyla ilgili hele psikiyatri gibi dinleme anlama ve zaman ayırmanın çok önemli olduğu bir işte kararlar verip hastalarla ilgili yönlendirme yapmamız gerekiyor. Öncelikleri tayin edip kaynaklarımızı ona göre kullanmamız gerekiyor, ruh sağlığıyla ilgili programlara daha çok yer ve para ayırmamız gerekiyor.

Mavi Dalga: Meslekte çok zorlandığınız spesifik bir an var mı? Bunun devamında zorlandığınız diğer anlarda başa çıkma mekanizmanız ne oldu?

YY: Çaresiz hissettiğimiz zamanlar, örneğin bir çocuğun anne babanın çatışması ve anlaşmazlığı arasında kalması ve kendi sıkıntısıyla yapayalnız mücadele etmek zorunda kalması, istismar ve tacize uğrayan çocuklara karşı olan kayıtsızlıklar ya da bu konuda toplumsal mekanizmalardaki tıkanıklıklar. Bu konularda çaresiz değiliz ama anında çare üretemiyoruz diyelim çünkü er geç bir çıkış yolu bulunuyor. Aile içi çatışmalara çok yoğun maruz kalmış, okulda zorbalığa uğramış ya da evde kendini korumakta zorlanmış çocuklarla yıllar sonra farklı yerlerde karşılaştığım oluyor. Hatırladıkları şey çok iyi ilaçlar verdiğimiz ve çok iyi terapiler yaptığımız değil. Bütün o karışık zamanların içinde beni en azından dinleyen, bana inanan, benim çabalarıma destek olan birisi olduğumuz için bu insanlar müteşekkir oluyorlar. Zaman içinde bunu gördükçe elimden gelenin en fazlasını yapmak ama kağıt üzerinde baktığımda başarısız olduğuma razı olma lüksünü bana verdi.

Mavi Dalga: Liseden sonra tıp ve psikiyatri seçimi sizin için nasıl gelişti?

YY: Lise öğrencisiyken insan beyni ve davranışlar konusuna ilgiliydim, biyoloji, evrim kuramı, genler gibi konulara meraklıydım. Ailemde de benden önceki kuşak hekim olduğu için hekimlik meslek olarak ilgimi çekiyordu. 1975’te Freud’un İngilizce Psikanalize Giriş diye bir kitabını satın almışım mesela. Üniversiteden önce de Humanities diye bilinen beşeri bilimlere, sanata, tarihe ve edebiyata da meraklı bir çocuktum. Tıp Fakültesi’ne girdikten sonra da, psikiyatri dışındaki alanlar da dahil bütün branşlardan çok zevk aldım. Mesela kadın doğum alanında doğum yaptırmayı gayet iyi öğrendim bu sayede sağlık ocağında çok rahat ettim. Otopsi yapmayı öğrendim otopside rahat ettim. İyi bir psikiyatr olmanın ön koşulunun iyi bir hekim olmaktan geçtiğine inananlardanım. Tıp fakültesinin sistematik bakış ve organizmayı bütün olarak anlama ve ruhsal yapıyla bedensel yapı arasındaki bütünlüğü görebilme gibi birtakım imkanlar verdiğini düşünüyorum. Daha sonra Amerika’ya, araştırmacılığa ve çocuk psikiyatrisine ilgim arttı ve o yöne gitme fırsatım oldu.

YY’dan son söz:

Mavi dalga bizi bir arada tutan bir şeydi, Marmara Tıp Fakültesi küçük bir hastaneydi, bütün branşlar iç içeydi. Başka branştan arkadaşım meşgul olduğu için onun yerine gidip onun işini benim yaptığım bir asistanlık dönemim oldu. İddialı olmayan küçük bir yerde ihtisas yaptım ama benim yetişmeme çok önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir takım marka kurumlar bazen beklediğinizi vermeyebiliyor. Bir yeri gelişiminizde nasıl kıldığınız siz ve o sırada beraber olduğunuz insanlara bağlı. Hayatımızı anlamlı kılan birkaç şey var: nerede olduğumuz, kiminle olduğumuz ve ne istediğimiz, bir tür amacımız gibi düşünebilirsiniz. Bu üçgen içerisinde düşündüğünüzde kimlerle olduğunuz ve temel bir amacınız olması olduğunuz yeri anlamlandırıyor. Psikiyatrist olmak zayıf bir amaç aslında, insanı anlamak, insan davranışından toplumsal bir yarar çıkartmayı amaçlamak gibi fikirler de doğuyor, hele gençken insanın kafasında bunlar uçuşuyor zaten. Dediğim gibi yoruldum ama sıkılmadım, yorgunluğa dayanmanızı sağlayan şey öğrenmenin eğlencesi ve sıkılmama hali.  Mavi Dalga birçok başka meslektaşımla, ABD’de Türkiye’de şimdi dekan veya bilimsel otorite olmuş o zamanki öğrencilerle beraber üretim yapmamızı sağladı. İnsanları bir araya getiren ortamların sihirli bir etkisi var. Okulunuzda öğrencilerin bir araya gelmesini, görüşlerini ifade etmesini, birbirleriyle tartışmasını ve çözüm yolları bulmasını sağlayan ortamların da sihirli etkisi var. Bu iklim sağlanabildiği ölçüde, bir tıp fakültesinde yetişecek hekimler sadece TUS’ta yüksek puan alma iyi yerlere girme konusunda değil yaşamlarını hem kendileri hem başkaları için anlamlı hale getirebilecek insanlar olarak yetişebiliyorlar.