Kritik Kararlar Verirken

*Bu yazı Stajyer Psk. Sıla Tülü, Güzel Günler Kliniği tarafından yazılmıştır.

Prof. Dr. Yankı Yazgan (yazının devamında YY) ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Bilimsel Araştırma Topluluğu, 15 Şubat Pazartesi günü “Kritik Kararlar Verirken” konulu bir webinar gerçekleştirdi. Tıp fakültesi öğrencilerinin, öğretim görevlilerinin ve başka meslek dallarından ilgili birçok kişinin katılım gösterdiği bu toplantıda kritik kararlar verdiğimiz anlardaki ruh durumu, beyin gelişimi ve/veya travma geçmişi gibi değişkenlerin karar verme süreci üzerindeki potansiyel etkileri ve tıp eğitiminin pandemi özelinde karşılaştığı zorluklar gibi konulara değinildi. Yazımın büyük bir bölümü bu buluşmada aldığım notlardan oluşuyor; geri kalanındaysa yer yer YY’nin diğer kaynakları, ilgili konularda yapmış olduğum literatür taramaları sonucunda elde ettiğim bilgiler ve bugüne kadarki diğer birikimlerimin ufak yansımaları eşliğinde bir parça da kendimden katkı sağlamaya çalıştım. Keyifle okumanız dileğiyle.

Kritik kararlar ile ilgili konuya ılımlı ve anlaşılabilir bir geçiş yapmak amacıyla, YY sözüne önce ‘evet’ ve ‘hayır’ arasındaki ince çizgiden söz ederek başlıyor. Herhangi bir soruya evet veya hayır cevabını vermek ne kadar zor olabilir ki diye düşünebilirsiniz. Ancak, bu ne herkes için bu kadar kolaydır, ne de bu şekilde düşünebilen her bir birey için her durumda aynı kolaylıktadır. Neden mi? Evet demek, aslında binlerce başka teklife hayır demek değil midir? Bunu YY’nin “Evet derken hayır demek” isimli hem gülümseten hem düşündüren karikatürüne bakarak biraz düşünelim isterim.

Picture1

YY, “Çay mı içersiniz, kahve mi?” gibi basit bir sorunun bile önce ölçülüp biçilmesi gerektiğine değiniyor. Ertesi gün erken saatte uyanmamızı gerektirecek bir günün akşamında bir etkinliğe davet edildiğimizde kaçta dönmemiz gerektiği, eve dönüş yolunun ne kadar süreceği, kiminle gidip gelebileceğimiz vb. bir silsile soruya cevap vermek durumuyla karşı karşıya kalırız. YY, bu durumun bu şekilde gelişmesinin sebeplerinden birinin beynin çalışma mekanizması olduğundan bahsediyor. Beynimiz, kendinin farkında olan ve/veya yaşantımız düşünülerek evrimleşmiş bir organ değildir. Biz, karar verirken oluşturduğumuz anlam ve farkındalık paralelinde, her bir evet ve hayırımızla hayatımızı şekillendiriyoruz. Bir nevi, aldığımız her bir yeni kararda o ana dek süregelmiş hayatımızın üstüne koyarak bir yol inşa ediyoruz. YY işte tam bu gerçeklerden ötürü, karar vermenin aslında hiç de kolay bir meziyet olmadığına dikkat çekiyor. Benzer şekilde, 2016 yılında BirGün gazetesinde kaleme aldığı Bir Evet, Sonsuz Hayır isimli yazısına da çarpıcı bir giriş yapıyor: “Neye evet neye hayır dediğimizin önemsiz olduğu bir zaman var mı?” YY, aynı yazının devamında Düşe Kalka Büyümek (2003) kitabında yer verdiği bir bölümü kendisinden alıntılayarak ‘hayır’ demenin farklı işlevlerine değiniyor. Bir durumdan korktuğumuzda, birinden ürktüğümüzde, herhangi bir şekilde tehlike tehdidi altında hissettiğimizde o durumla kendimiz arasına bir mesafe koymak, kendimizi oradan uzak tutmak ihtiyacı doğrultusunda ‘hayır’ deriz. Bir başka deyişle, “‘Hayır’, güvenlik duygusunun ‘şifre’sidir.” İster bu sebepten veya herhangi başka bir nedenden dolayı ‘hayır’ diyelim, ister onlarca başka seçeneğe ‘hayır’ demek anlamına gelen ‘evet’ kararını verelim, bu sürecin sonucunda doğal olarak vazgeçmiş olacağımız kritik bir gerçek var: tercih özgürlüğümüz. YY, özellikle kişisel yaşamımızla ilgili bir tercih yapmanın beraberinde getirdiği zihinsel yüke dikkat çekiyor. Tam bu sırada, aklıma kendisinin yankiyazgan web sitesinde yayımladığı Ağır Olmanın Özgürleştiriciliği (2019) yazısında yer verdiği örnek geliyor: Bir trafik kazası olduğunu düşünün. Bir insanın ihtiyaç halinde olan başka bir insana yardım etme ve onu kurtarma içgüdüsü yani sosyal refleksleriyle olaya müdahale etmeye çalışması su götürmez bir eğilimdir. YY, bu durumda insanın müdahale etme aksiyonunun hemen öncesinde en efektif nasıl yardım edebileceği konusunda karar kıldığı o kısacık sürenin öneminin altını çiziyor ve önemini pekiştirmek adına hemen ardından ‘Varoluşçu Psikiyatri’nin kuramcısı Viktor Frankl’ın sözüne yer veriyor: “Etki ile tepki arasında bir boşluk vardır. O boşlukta ise özgürlüğümüz, hangi tepkiyi vereceğimizi seçebilme gücümüz…” Karar verdiğimizde ve doğal olarak özgürlükten vazgeçtiğimizde, beynimizde kayıp duygusu uyanıyor. Yazının başındaki örneğe dönersek, “Şimdi ben çay içtim ama acaba kahve içseydim ne olurdu?” YY, burada beynimizin kayıp duygusuyla beraber bir şeyin eksikliğini fark etmek konusunda ne kadar iyi programlandığına, zihnimizin özellikle bildiği bir durumla ilgili bir eksiği fark etmeye oldukça aşina ve hazır olduğuna dikkat çekerek devam ediyor ve katılımcılara insan beynindeki bu eksik fark etme sisteminin bu şekilde evrimleşmesinin temel amacının ne olabileceği sorusunu yöneltiyor.

Katılımcı öğrencilerden birisi YY’nin Çocuklu Hayat (2018) isimli kitabını okuduğunu sezdiriyor ve kitaptaki Kaplumbağanın Meslek Sırrı yazısından bir alıntı yaparak cevap veriyor: “Her şey tamam olsa da bir kuş sütü eksik.” YY bu cevabın üzerine genç insanların kitaplarını okumasından duyduğu mutluluğu paylaşırken, bazen kendisinin sıkıcı yazdığını söyleyen çocuklarına da şu cevabı verdiğini belirtiyor: “Belki sıkılmaktan hoşlananlar vardır.” O anda aklımda Söz Uçmuş Yazı Kalmış (2011) kitabının önsözündeki düşünceleri beliriveriyor: “Yemeklerin artanından yeni yemekler üretmeyi de severim. ‘Dünkü bamya’ soslu spagettim meşhurdur; ançuvez ve peynir ilavesiyle farklılaştırılmış olsa da, aynı bamya varlığını başka bir tabakta sürdürür. Bir tür ölümsüzlük kazandırırım. Eski yazılarıma da ekmek kırıntısı ya da dünkü yemekten arta kalan gibi baktığımı söyleyebilirim. … Her seferinde farklı yazmaya çalıştığım aynı şeyler.” Diğer öğrencilerin de yorumlarıyla beraber mükemmeliyetçilik ve hayatta kalma dürtüleri söz konusu oluyor. YY, aslında birçok şeyi eksiklik üzerinden tanımladığımıza dikkat çekiyor. Benzer bir biçimde, ilk söz alan arkadaşımızın değindiği yazısında da bu eğilimimizin, eksiğe pek de tahammülü olmayan kültürümüzle olan bağını sorguluyor ve bir karikatürüne yer veriyor:

Picture2

Buna ek olarak, mükemmeliyetçiliğin hayatta kalma refleksleriyle ilintili olduğundan anksiyete ve geleceğe dair kaygı durumlarında bilhassa arttığını belirtiyor.

YY, beyin mekanizmalarıyla ilgili konuşmasının devamı niteliğinde insan beyninin gelişim sürecinde orijinal bir amaç taşımadığına, amacın zaman içerisinde oluştuğuna işaret ediyor. Örneğin, elimiz gelişimsel olarak spesifik tek bir amaç taşımaz, birçok farklı işlev gerçekleştirmek için kullanılabilir. O nedenle, beynimizdeki bu eksikliği hızlıca görme mekanizması, zaman içerisinde yolunu şaşırabiliyor. Bu yanlış bir şey yapıyor anlamında bir yol şaşması değil. Çay/kahve örneğimize geri dönersek, özellikle insanların kaygı duygusunun yoğun olduğu durumlarda, beynin verilen kararın ardından “Çay kötüymüş, buranın kahvesi iyiymiş ve bir daha buraya gelemeyeceğim, bunu kaçıracağım” gibi bir düşünceye verdiği tepki, adeta hayatı tehdit altında olan bir insan tepkisine bürünebiliyor. Bu sebeple, kritik kararlar veren kişilerin bu reaksiyonlarıyla ilgili iyi eğitilmiş olmaları kritik önem taşıyor; çünkü bu eğitim, nihayetinde verdiğimiz kararın doğruluğunu ve uygunluğunu belirliyor. Fabrika ayarlarımızın iyi ve gelişkin olduğu durumlarda kritik kararları vermek daha kolay oluyor. Karara bağlamadan yaptığınız şeylerin, otomatik olarak yapabildiklerinizin sayısı çoğalabiliyor. Burada YY’nin Ağır Olmanın Özgürleştiriciliği (2019) yazısına tekrar değinmeden geçmek istemiyorum. YY, yazısında bu eğitimin önemini verdiği örnekle pekiştiriyor: “Kaza sonrasında yerde yatan bir yaralı gördüğümüzde yerinden kımıldatmaksızın müdahale etme arzumuzun tehlike yaratacağını düşünmek için gereken birkaç saniye sonrasında ne yapacağımızı neredeyse otomatik olarak yapabileceğimiz tipte bir ilk yardım eğitimi aldıysak, en azından zarar vermeyiz. Yaralıya yardım etme mesleki formasyonunun parçası olan hekimlerin (ve her türlü ilk yardım ekibinin) eğitimindeki temel ilke ‘Öncelikle, zarar verme!’dir.” Sözlerinin devamında ise YY, Frankl’ın etki ve tepki arasında var olduğunu öne sürdüğü boşluğu uzay olarak nitelendiriyor ve “Ağır ol da molla desinler.” sözünden yola çıkarak, o boşlukta geçirilen zaman içerisinde ağır olmanın, molla olmanın (eğitim almış olmanın) önemini vurguluyor.

İnsan beyni bir ekonomiyle çalışıyor. Diğer bir deyişle; tasarruf yapan, gereksiz yere kaynak harcamayan, kaynakları doğru yerlerde kullanan bir yapısı var. Eğer kaynakları yeterince iyi kullanmazsak, mekanizmanın iyi gelişmediği ya da hazır olmadığı bir durumla karşılaştığımızda beynimiz ve zihnimiz, normalden fazla kaynak kullanıyor. YY, bu durumu zihnimizde somutlaştırmak için 25 km yürüyüş yapan birinin ­­– eğer alışkın değilse – aşırı kaynak tüketmiş olacağı örneğini sunuyor. Kaynaklarımızın aşırı tükendiği durumlarda kritik kararları daha zor vermeye başlıyoruz, çünkü beyindeki enerji miktarı azalmış oluyor. Bu konuda yaptığım literatür taramasından birkaç bilimsel veri sunmanın zenginleştirici bir katkısı olacağına inanıyorum. Hukuk, tıp ve finans gibi bazı meslek alanlarında yüksek sayıda seçim yapma sonucu oluşan yorgunluk, öz düzenleme mekanizmalarına zarar verebilir (Vohs, Baumeister & Ciarocco, 2005; Baumeister & Vohs, 2007; Demerouti & Bakker, 2008). Karar verme süreçlerinde harcadığımız efor, kişisel kaynaklarımızı hızla tüketerek başka görevleri yerine getirirken de yararlandığımız yürütme işlevlerini daha az efektif hale getirir. Beynimizdeki bilgi işleme arttıkça, yetkin bir işlerlik durumu için gerekli olan bilişsel kaynak ihtiyacımız artar (Wood, Bandura & Bailey, 1990). Bireyler bilişsel kapasitelerinin sınırlarına ulaştığı zaman dikkat, potansiyel başarısızlığın sonuçları ile ilgili endişeye odaklanacağı için performans zayıflayabilir (Humphreys & Revelle, 1984). YY, “Bu durumlar, bizde ‘Bir şeyleri kaçırıyoruz, bir şeyler eksik kalıyor, tam yapamıyoruz’ duygusunu doğuruyor ve bir anlamda yaşamımızın da tehdit altında olduğunu hissettirebiliyor”, diye ekliyor.

Anket bulguları ile beraber

YY ve Güzel Günler ekibi, bu görüşme öncesinde katılımcı öğrencilerin yaklaşık 30’unun cevapladığı bir anket yaptılar. YY, verilerin toplanma amacının içerisinde olunan ruh durumunun verilen kararlar üzerindeki etkisi olduğunu belirtiyor. Zihin yorgunluğunun bir felaketten kaçarcasına davranıldığında farklı; gayet soğukkanlı bir şekilde rahat bir yerde otururken, tehdit altında hissetmiyorken farklı olduğuna dikkat çekerek sözlerine anket verileriyle devam ediyor.

Ankete katılan grup bütün okulu veya bu grubu tamamen temsil etmese de bir fikir veriyor. Katılımcıların çoğu 1, 2 ve 3. sınıf öğrencilerinden oluşuyor. Cinsiyete ilişkin betimsel veriye baktığımızda erkek katılımcıların kadınların 3 katı sayıda olduklarını görüyoruz. Sosyoekonomik olarak katılımcılar daha çok orta ve ortanın biraz üzerinde dağılım gösteriyorlar. Bu noktada YY, katılımcılara neden sosyoekonomik durumu sormuş olabileceği sorusunu yöneltiyor. İlk söz alan katılımcı, sosyoekonomik düzeyin eğitim kalitesi ve fırsatlara erişim olanakları üzerindeki etkisine değiniyor. Bir diğer söz alan kişi, sosyoekonomik seviyemizin aynı zamanda çevremizdeki insanların bakış açıları ve kültürel düzeyleri üzerinde de etkili olduğundan bahsediyor ve ankette bunun sorulmasının, katılımcıları çevreleriyle beraber daha iyi tanımak adına bir fırsat sunabileceğini belirtiyor. YY, bu fikirlerin önemli noktalara parmak bastığını söylüyor ve konu üzerindeki görüşlerini bildirmeye devam ediyor: Stres, üzüntü ve kaygı gibi bazı duygular sosyoekonomik seviyeden bağımsız bir şekilde ortaya çıkarken, duygunun oluşması değil fakat o duyguya dayanabilmek açısından baktığımızda yoksulluk ve eşitsizlikle orantılı olarak değişen birkaç parametre var. Çocuklu Hayat (2018) kitabının Barışsız Ortamda Çocuk Olmak başlıklı yazısında yoksulluk ve eşitsizliği yapısal şiddet çeşitleri olarak değerlendiren YY, bu parametrelere örnek olarak beyin yüzölçümünden bahsediyor. Beyindeki kıvrımlar ne kadar çoksa kırışıklık ve genişlik de o oranda artıyor, dolayısıyla beyin yüzölçümü de kıvrım miktarıyla paralel olarak artış gösteriyor. Bunun sosyoekonomik durumla çok net bir ilişkisi var. Fakat asıl ilişki yoksulluk eşiğinin altı ve üstü arasında var, yani orta sınıfta olmakla çok zengin olmak arasında beyin gelişimi açısından anlamlı bir fark yok. Bu ne demek olabilir? Genetik olarak yoksulların beyni daha küçük değil; beyin dokusunun gelişkinliği, sizin çevrenizden aldıklarınızla ilgili. Yoksulluk çevresel uyaranların, beslenme olanaklarının ve gelişim olanaklarının azlığıyla insan beyninin gelişimini doğrudan etkilediği için stres gibi, travmatik unsurlar gibi durumlara dayanıklılığı ve eğitim başarısını belirliyor. Aynı bulgu, anne baba eğitim düzeyiyle ilgili olarak da bulunmuş. Anne babanızın eğitim düzeyi de belirleyici olabiliyor, onlar ne kadar iyi eğitilmişse sizin beyin gelişiminiz de o kadar iyi oluyor. O nedenle, her zaman bütün çalışmalarda önemli bir parametre. Ek olarak, yoksulluk ve eşitsizliğin olduğu durumlarda zihnimizin gücü zayıflıyor, kaynaklarımız çok daha sınırlı oluyor ve daha çabuk yoruluyoruz.

YY, Çocuklu Hayat (2018) kitabındaki Yoksulluk Başa Dert adlı bir başka yazısında sosyoekonomik düzey ve beyin gelişimi arasındaki bu ilişkiyi beyin görüntülemesi çalışmalarıyla ulaşılan bilimsel bulgular ışığında irdeliyor. Beyin kıvrımlarının çokluğuyla paralel olarak artan beyin yüzölçümünün, öğrenme ve muhakeme benzeri bilişsel kabiliyetler üzerinde doğrudan etkisi var. 1099 çocuğun beyin görüntüleri üzerinden analiz yapılarak yürütülen bir çalışmada önemli bir bulgu elde edilmiş: Yıllık 150.000 dolardan daha fazla kazanan ailelerin çocuklarının beyin yüzölçümleri, yılda 25.000 dolardan daha az gelir elde eden ailelerin çocuklarının beyin yüzölçümlerinden %6 daha büyük. Buna ek olarak, yoksul kişileri kendi aralarında karşılaştırdığımızda da farklı gelir düzeylerinin beyin boyutu üzerinde kayda değer yansımaları olduğunu görüyoruz. Dahası, yıllık gelir düştükçe, dil gelişkinliği ve karar mekanizmalarını değerlendiren bilişsel testlerde elde edilen skor da azalıyor. Martha Farah’ın sosyoekonomik düzey ve beyin gelişimi arasındaki ilişki üzerine yazmış olduğu yazısında yer verdiği bir aylık Afrika kökenli Amerikalı bebekler ile yapılmış bir çalışma da oldukça önem arz etmekte. Henüz hayatlarının ilk ayında olan bu bebekler ile yapılan çalışmada dahi ailenin gelir seviyesi ve bebeğin beyin gelişimi arasında dikkate değer bir bağlantı bulunuyor.

Tıp öğrencilerinden birinin Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisine dayandırarak ekonomik durumun hayata bakış ideolojimizi de etkileyebileceğini savunması üzerine YY, arkadaşımıza hak veriyor ve tıp öğrencileri için hangi branştan olunursa olunsun insan ihtiyaçlarını kavramanın, karşıdaki insanı anlamanın temel bileşenlerinden biri olduğunu ifade ediyor. Sözlerine, ekonomik düzeyin psikolojimiz üzerindeki en belirgin etkilerden birinin umutsuzluk olduğunu belirterek devam ediyor ve burada katılımcıların dikkatini bu etkiyi kapsamı içerisinde tutan anket sorularından birine yöneltiyor: “Akademik çalışmalarınızın gerektirdiği yükü taşınabilir buluyor musunuz?” Önemli bir bölüm ‘taşınabilir’ demiş. Ancak hayat ve/veya staj şartlarından memnun olmayanların oranı diğer benzer örneklemlere göre biraz yüksek olunca, öğretim görevlileri dolaylı bir şekilde “Neden?” veya “Yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye düşünmeye çağrılıyor.

Kritik kararlar verirken özellikle bazı anlarda neden zorlanıyor olabiliriz? Travma veya taciz geçmişi, karar verme süreci üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir. Bu konuyla ilgili olarak Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerine üstleri veya diğer öğrenciler tarafından herhangi tipte bir şiddete (cinsel, fiziksel, sözlü saldırı vb.) uğrayıp uğramadıkları veya birinin uğradığına tanık olup olmadıkları soruldu. Böyle bir duruma uğradığımızda veya uğranıldığına tanık olduğumuzda zihnimiz, bir sonraki adımda bizi karşımızdakinden gelen davranışı olumsuz hatta düşmanca yorumlamaya yatkın kılıyor. O nedenle geçmişimizde bu tip olaylar varsa bunlarla hesaplaşmak ve yapanların uygun karşılığı görmesi önemli, çünkü aksi halde bu bizim zihnimizde açık kapı bırakıyor ve biraz önce üzerinde durduğumuz yorulma durumunu daha kolay getiriyor. Cinsiyete, dini inanca, politik görüşe dayalı ayrımcılığın da benzer etkilere sahip olduğunu biliyoruz. Bazen böyle durumlarda “Bana mı öyle geliyor?” deriz, ama bu 23 kişilik grupta ‘kesinlikle öyle’ diyen arkadaşlarımız 7 kişi, az değil. “Onlara öyle gelmiştir” diyenler olacaktır, ama zaten birçok şey bize nasıl geldiğine bağlı değil mi? Algı dediğimiz şey budur. YY algıyla ilgili bu sözleri söylerken aklıma derin saygı ve sevgi duyduğum bir hocamın klinik psikoloji dersinde verdiği bir örnek geliyor: Bir danışanınız seans sırasında size küçükken babası tarafından suiistimal edildiğini söylüyorsa işiniz bunun gerçek olup olmadığını irdelemek değil, danışanın algısıyla ilgilenmektir. Danışan terapiye ne getiriyorsa olan odur, çünkü bu onun gerçekliğidir.

Kritik karar nedir diye düşünürken aslında şunu da akılda tutmak gereklidir: Özellikle yoruldukça, endişemiz arttıkça, kafamız dağıldıkça gerçeği olduğundan farklı, çarpıtılmış olarak görmeye daha yatkın olmaya başlıyoruz. Bu duruma paralel olarak şu sıralar Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan olayları referans gösterebiliriz. “Başka bir ülkeye gitmek istiyoruz” serzenişlerinden haberdar olanlarınız vardır. İşte bu tam olarak başka ülkeye gitmek istemek olmayabilir. Belki bunu “Başka bir ülkede çalışmak ister miydik?” diye tekrar formüle edebiliriz. Bu düşüncenin paralelinde anket içerisinde “Mezuniyet sonrası başka ülkelerde çalışmak ister miydiniz?” şeklinde bir soru bulunuyor. Bu soruya pandemi sonrası için verilen ‘çok isterdim’ cevabının sayısı, pandemi öncesine kıyasla hafif daha fazla. Diğer yandan, neredeyse grubun yarısı ‘düşünebilirim’ demiş, ‘kesinlikle yapmam’ diyen ancak iki kişi var. YY, burada mikrofonu katılımcı öğrencilere uzatıyor. Bunun anlamı ne olabilir? Başka ülkede yaşamak gibi kritik bir karar verirken ne gibi şeyler düşünürsünüz? ‘Daha güzel bir yaşantı’, ‘Aidiyet hissedememe’, ‘Rutinden çıkma isteği ve bilimsel imkânlar’ gibi çeşitli birçok cevap geliyor. YY, BioNTech aşısına katkısı olan Türk kökenli Uğur Bey ve Özlem Hanım’ın Almanya’da sahip oldukları imkânlara değinmeden geçmiyor.

YY, webinarın devamında Temple Üniversitesi’nden ergen psikolojisi alanında tanınmış bilim insanı Steinberg’ün 2010’larda yayımladığı çok referans alan çalışmasından bahsediyor. Çalışmanın özü bir risk tercihi endeksi oluşturması. Hızlı araba kullanmadan tutun basit kaya tırmanma sporu yapmaya kadar geniş bir yelpazede değerlendirebileceğimiz riskli davranışlar, çoğunlukla keyif verici olduklarından dolayı kendini kontrolle oldukça ilintili fenomenlerdir. Hal böyle olunca da tercih etmemek daha zor olur. Endekse yakından baktığımızda, 10–11 yaştan 12’ye geçişte riskte bir tırmanma başladığını, bu tırmanmanın neredeyse 16–17 yaşına kadar devam ettiğini, sonra yaş ilerledikçe biraz düştüğünü ama sıfırlanmadığını, yüksek bir seviyede devam ettiğini görüyoruz. Riskli tercihlere daha yatkın olduğumuz yaşların var olduğu, buradan çıkarılabilecek bir sonuç olabilir. Kritik kararlar, hem ruh durumumuzla hem de yaş grubumuzla çok ilgili. 30 yaşında cesaret edemeyeceğimiz bir kararı 20 yaşında verebiliyoruz, çünkü yaşama bakış açımızda farklılıklar oluyor.

Picture3

Ankete dönersek, YY, “Pandemi öncesinde tanı almış bir ruh sağlığı probleminiz var mıydı?” sorusuna verilen cevaplarla devam ediyor. Genellikle bu oran %10­–15 civarında çıkarken, ankete katılan 23 kişi pandemi öncesi için öyle bir durum bildirmemiş. Fakat, “Pandemi boyunca ruh sağlığınızda sizi ciddi biçimde zorlayan yeni bir değişiklik ortaya çıktı mı?” diye sorulduğunda grubun neredeyse yarısı ‘evet’ demiş. İlginçtir ki, “Bununla ilgili herhangi bir destek aldınız mı?” dendiğinde çok küçük bir grubun destek aldığını görüyoruz. Kritik kararları almamızda ruh sağlığımızın etkisi var, yaşımız ve sosyoekonomik durumumuz gibi faktörler belirleyici; ancak, ruh sağlığına bireysel olarak baktığımızda 23 kişilik bu grubun en az yarısı – muhakkak tanılanabilir bir ruhsal bozukluk olmasa da – zorlanmış.

Picture4

YY bu duruma dair tıp öğrencilerinin görüşlerini merak ettiğini belirterek sözü yine onlara veriyor. ‘Destek alabilme imkânlarıyla ilgili olabilir’, ‘Geçici bir durum olduğu düşünülüyor olabilir’, ‘Küçük yaşlardan itibaren maruz kalınan psikolojik destek önyargısı’, ‘Toplumsal bakış’, ‘Eski kuşaklarda “deli” yaftası’; gelen birçok cevaptan birkaç tanesi olarak karşımıza çıkıyor. YY, “Ben de stigma veya Türkçesi ile damgalanma endişesi diyebilirim,” diyor. Katılımcılardan birinin ‘Kapalı alanlara gitmekte zorlanma olabilir’ demesi üzerine YY, bu dönemde Türkiye Psikiyatri Derneği, Çocuk Ergen Psikiyatrisi Derneği ve kendi ekibiyle çalıştığı Güzel Günler Kliniği’nin ücretsiz online danışmanlık hizmeti sunduklarını ama bu hizmetlerden pek yararlanılmadığını belirtiyor. ‘Umutsuzluk’, ‘Değişime direnme’ gibi fikirler geldikçe YY, bu konuyu biraz açıyor ve şu sözleri ekliyor: Stresli olduğumuzda geçici olabilir düşüncesi yaygın olabiliyor, “Omzum ağrıyor, geçer” gibi. Ancak, oldukça paradoksal bir olgu olarak; ruh sağlığımızda bir problem hissettiğimizi fark etmemiz için aslında ruh sağlığımızın nispeten iyi olması gerekiyor, çünkü bazen ruh sağlığımızdaki değişikliği kendi kendimize fark etmeyebiliyoruz. Örneğin, bizim tahammülsüz olduğumuzu bize genellikle birisinin söylemesi gerekiyor. Ruh sağlığı başvuru sistemlerinde birçok kişi çevresinden aldığı geribildirimle hareket ediyor. Katılımcılardan birisi diyor ki, “Problemi tanımlamak bile zor. Dolayısıyla yardıma ihtiyacımız olabileceğini anlamayabiliriz”. Tanımlamak için başkalarına daha çok ihtiyaç duyabiliyoruz. Ama şöyle düşünün, aslında bu genel sağlık sorunları için de geçerli; örneğin baş ağrısını tanımlamak da çok zor. Başka bir katılımcının notu: “Etraftaki birçok kişinin aynı durumda olduğunu düşünerek olayı normal kabul etmek.” YY bunun şu sebepten dolayı yine önemli bir saptama olduğunu söylüyor: Anormal durumlarda anormal reaksiyonlar vermek normaldir. Burada aklıma birkaç ay önce YY’nin Psikoterapist Verda Falay ile gerçekleştirdiği Psikolojik Sağlık İçin Beraberiz konuşmasından bir kesit geliyor. Bu olguyu epey akılda kalır bir metafor üzerinden tartışmışlardı. Hava durulurken yaprakların oynamasının anormal olması gibi, fırtına varken de yaprakların oynamaması oldukça anormal bir durumdur. Bazı olguları zihinde somutlaştırmak için kullanılan mecazların bu denli tesirli olabildiklerini gördüğümde şaşıyorum. YY, şu örneği vererek konuşmasını sürdürüyor: Yakınımızda bir ölüm olduğunda üzüntü duymak, yas tutmak normaldir. Yas tutmayı, bir kayıp duygusunun yarattığı acının belli bir zaman içerisinde yavaşça iyileşmesi diye düşünebiliriz. Ancak bu süreç sarktığında –geleneklerimizde 40, 52 gibi gün hesapları olması gibi – durumun aşırılığı dikkat çeker. YY, tıp öğrencilerine hekim olarak karşıdakinin bir şikâyetini değerlendirirken, fiziki muayenesinde bile onun nasıl bir ruh durumunda olduğunu bilmenin önemli olduğunu, çünkü o ruh durumunun hastanın kendinin farkındalığını etkilediğine değinmeden geçmiyor. “Kendimizden, bedenimizden ve duygularımızdan uzak olduğumuz için aslında bunu fark etmiyoruz” diyen bir katılımcının sözü üzerine YY, bunun kültürel bir alışkanlık da olabileceğine dikkat çekiyor. Bunun fark edilecek bir durum olduğunu, bunu fark etmek için bir çaba gerektiğini bilmek gibi.

“Pandeminin hayatımız, ülkemiz ve dünya üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğunu görüyoruz ama çoğunuz en büyük tehdidi kendinizden çok başkaları üzerinde görmüş”, diyor YY. “Enteresandır ki bu anket farklı şehirlerde 4 ya da 5 farklı okulda yapıldı ve hepsinde birçok arkadaşımız kendi hayatından ziyade ülke ve dünya üzerinde oluşan tehdidi önemsiyor görünüyor.” YY, bu sebepten dolayı bunun doktorlara özgü bir bakış açısı olabileceğini düşünmeye başladığını belirtiyor. Sadece kendi hayatında tehdit görenler, kendilerini özellikle son 3 ayda yıpranmış olarak tanımlıyorlar. En çok etkilenen yaşam boyutları olarak arkadaşlık, sosyal gelişim ve mesleki gelişim gösterilmiş. Birçok kişi, aile ve kişisel durumu daha az vurgulamış durumda. Bu alanlardaki değişimi dönem dönem incelediğimizde şunu görüyoruz: Yaz aylarında bu oranlar daha çok aşağı düşüyor ve sonbaharda tekrar bir tırmanışa geçiyor, bilhassa arkadaşlık ve mesleki gelişimle ilgili boyutlarda. Daha sonra YY, en azından bu 23 kişilik gruba bakıldığında ilkbahar yaz döneminde ‘her zaman olduğundan fazla’ ve ‘aşırı yıprandım’ diyenlerin oranının arttığını, yazın biraz azaldığını, kışın tekrar yükseldiğini ve bunun adeta ölüm ve vaka sayılarıyla paralel olarak geliştiğini belirtiyor ve öğrencilere soruyor: “Ne dersiniz, bu pandemi dönemi sizin mesleki gelişiminiz üzerine ne gibi endişeler getirmiş olabilir?” Bir öğrenci, online eğitimde eskisi gibi iyi öğrenemediklerini, verim konusunda bir azalma hissettiğini ve sürece tam alışamadığını söylüyor ve YY, öğrencinin durumu öğretmenlerin ötesinde kendiyle de ilişkilendirmesini takdir ediyor. Farklı cevaplar gelmeye devam ediyor: ‘Hasta göremediğim için uygulama konusunda yetersiz kalmaktan çekiniyorum’, ‘Dikkat ve konsantrasyonla ilgili sorunlar yaşanıyor.’ Verilere baktığımızda pandemi sonrası dönemde dikkatle ilgili sorun yaşayanların 6’dan 17’ye yükseldiği görülüyor. Bir öğrencinin ders çalışma motivasyonu bulamadıklarını öne sürmesi üzerine, YY bütün katılımcılara bu durumla ilgili ne düşündüklerini soruyor ve şu şekilde cevaplar geliyor: ‘Arkadaşlarımızla sosyal etkinlikler yapmak bile bir farklılık olurdu’, ‘Akranlar arasındaki bilgi aktarımından yoksun kalıyoruz’, ‘Üniversite ortamı yok’, ‘Kütüphaneye gidemiyoruz’, ‘Klinik hastaları görerek öğrenmek çok daha faydalı’, ‘Bir araya gelemiyoruz’.

Anket bulgularına göz atmaya devam ederken YY, “Çevrenizde yararlı bir rol oynadığınızı düşünüyor musunuz?” sorusuna dikkat çekiyor. Bazı arkadaşlarımız, ‘geçmişe göre daha az bu rolü oynuyorum’ demiş. Önemli motivasyonlardan birisi olarak gösterilebilecek kendine veya başkalarına karşı yararlı hissetme duygusunda da bir azalma olduğu görülüyor. YY ekliyor: “Hastanede çalıştığımız zaman hastanın gündelik bir derdini dinlemek, gidip hemşireyi çağırmak ya da o sırada aksayan bir işi çözmek bile bize bir yararlılık hissi verir.” Bir araya gelme, başkalarıyla birlikte olma fırsatlarının pandemi sürecinde azalmış olduğunu biliyoruz. Buradan yola çıkarak, sosyal ilişkilerin azalmasının motivasyon ve iyi olma hali üzerinde azaltıcı etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim 2002 yılında Cacioppo ve arkadaşları ve 2010 yılında Umberson, Crosnoe ve Reczek de makalelerinde sosyal integrasyonun yaşam boyu iyi olma hali ve sağlık için gerekli olduğunu öne sürmüşler. Ek olarak, motivasyon konusunda oluşturulmuş araştırma literatürü şunu göstermiştir: Farklı yaşlardaki kişilerin gelişimsel vazifelerini şekillendiren kişisel hedefleri birbirinden farklıdır (Cantor, 1990; McAdams & Olson, 2010; Wrosch & Freund, 2001) ve bu kişisel hedeflerin başarılı bir şekilde tamamlanması mutluluğu getirirken, bunları gerçekleştirememek mutsuzluğa yol açabilir (Neugarten, Moore & Lowe, 1965). Bu ankete katılan tıp öğrencileri gibi genç yetişkin yaş grubu özelinde ise, yeni sosyal ilişkiler kurmak bu gelişimsel vazifelerin odak noktalarından biridir (Nurmi, 1992). Dolayısıyla, sosyal ilişkilerin azlığı, gençlerde motivasyon eksikliğine yol açan olgulardan biri olarak sayılabilir. YY, bu noktada tıp eğitiminin ilişkiye dayalı bir eğitim olduğunun da altını çiziyor. Hastane ortamının; hocalarla, hastalarla ve sağlık sistemi içerisindeki diğer meslektaşlarla birlikte olmanın öğrenildiği bir yer olduğunu vurguluyor. Ancak, örneğin bu webinar sayesinde dijital ortamda da olsa bir araya gelme fırsatlarımız olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor.

“Mutlu hissediyor musunuz?” sorusuna ‘sıkça’ diyenlerin sayısı pandemi sonrasında azaldığı gibi ‘pek mutlu hissetmiyorum’ diyenlerin sayısı artmış görünüyor. Fakat bunlar geçmişin nasıl hatırlandığına göre verilmiş cevaplar. Tanınmış kognitif psikolog Daniel Kahneman da eserlerinde çokça vurgular: Geçmiş eğer travmatik değilse yani ruhsal ya da bedensel varlığımıza kasteden bir durumla karşılaşmadıysak, geçmiş genelde gerçekte olduğundan daha mutlu hatırlanır (Kahneman, 1999). Bunun üzerine YY diyor ki: “Belki ben size nasıl olduğunuzu 1 yıl önce sorsaydım, kendinizi bu kadar mutlu tanımlamayabilirdiniz. Sizce şu anda içinde olduğumuz durumu on yıl sonra nasıl hatırlayacağız?” Öğrencilerden biri, Yankı Bey’in çok severek okuduğu kitaplarını kameraya göstererek söze başlıyor. “Hepimiz zor bir süreçten geçiyoruz,” diyor. “Zorluklar bizi güçlendirir derler ya, pandeminin de bu şekilde bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Bu süreçte mutluluk eşiğimin düştüğünü, üzüntü eşiğimin yükseldiğini gözlemliyorum.” YY, sözlerinde tam tersi düşünenlerin de mutlaka var olduğuna yer vererek, arkadaşımızın düşünceleriyle ilgili olarak bir kavramdan bahsediyor: “growth mindset”. Growth büyüme, mindset düşünce yapısı gibi düşünebiliriz. Eğer büyük bir travmatizasyon içerisinde olmazlarsa, düşünüş tarzı büyüme gelişme odaklı olan kişilerin Covid-19 gibi zorluk dönemlerinden daha çok gelişmiş bir şekilde çıktıklarını görebiliyoruz. Spesifik olarak Covid-19 dönemiyle ilgili kaynaklar literatürde epeyce yer edinmiş durumda. İçinde bulunduğumuz pandemi süreci dolayısıyla birçok kez bu döneme özgü ruh sağlığı değişimleriyle ilgili araştırma yaptım. Literatürde growth mindset’in, insanların aklın şekillendirilebilirliği konusunda sahip oldukları temel inançlar anlamına geldiği bilgisi yer alıyor. Benzer bir biçimde, dayanıklılığa sahip kişilerin, kendilerini uzun vadeli hedeflere adamış olduklarından bahsediliyor. Bu iki pozitif psikolojik yapı da (growth mindset ve dayanıklılık) psikolojik elastikiyetle/zorlukları yenme gücüyle ilişkili olduğundan, Covid-19 hastalığının iyi olma hali üzerindeki negatif global etkisini hafifletici tesire sahipler (Mosanya, 2020).

YY, “Bu tür dönemlerde başkaları için bir şeyler yapabilen kişilerin kendini daha çok geliştirici bir durumda olduğunu görüyoruz.” diyerek sözlerine devam ediyor. Mesela bu veya benzer toplantıları organize eden arkadaşlar, başkaları için bir şey yaparak bir anlam oluşturuyorlar. Bunun başlı başına insana iyi gelen bir yanı var. “Hepimize yarar doğurabilecek bir şey yapabilir miyiz?” sorusunun cevabını arayanlar, bu dünyanın içinde olduğu bu kriz dönemini farklılaştırabiliyor ve bizim için inciticiliğini azaltabiliyor. Bu cümlelerin ardından az önceki arkadaşımız YY’nin sözlerine katıldığını ve pandemi döneminde kendine bu şekilde yeni motivasyonlar edindiğini belirtiyor. Anketteki “Kendinizi ne kadar yararlı hissediyorsunuz?” sorusuna gönderme yaparak bizimle bu gibi toplantıları düzenlediğinde insanlar için yararlı bir şey yaptığını hissettiğinden dolayı duyduğu mutluluğu paylaşıyor.

Keyifli bir sohbet edasıyla devam eden bu toplantıda YY, dayanışmanın önemiyle ilgili sözlerle sona yaklaşıyor. İçinde olduğumuz dönem çok yıpratıcı ve hatta yıkıcı etkileri olan bir dönem. Bu süreçte bize benzeyen veya benzemeyen başkalarıyla dayanışma içerisinde olmak kritik faktörlerden birisi. Bizlere, farklı iletişim fırsatlarını kullanmanın gelişimimiz ve geleceğe dönük projelerimiz açısından önem taşıdığını hatırlatıyor. Bunun üzerine, değişik yerlerde çokça karikatür kullandığını belirterek mart ayında Covid-19 sebebiyle hastanede kaldığı günlerden bir fotoğrafını gösteriyor ve dikkati fotoğraftaki tişörtüne çekiyor: Üzerinde kendi karikatürü basılı, “Yıkılmadık ayaktayız!” yazıyor. İzmir’de bir şenlikte lisesinin yıkılan binaları için para toplamak adına yaptığı bir tişörtmüş. Hastanede olduğu günlerde giydiği zaman bir şekilde ona moral verdiğini paylaşıyor bizlerle. “Zar zor yerinden kalkıp aynada hayatımızın o andaki durumu dışındaki bir şeyi görmek. Hastalığın tehdidini hissettiğiniz zaman tutunacak bir yer olması, yaşama kattığımızı düşündüğümüz şeyler hepimizin ihtiyacı.” diye ekliyor. Bunun için 60 yaşında olmaya gerek olmadığını, yaşama bir şeyler katmaya çok daha erken yaşta başlanabileceğini hatırlatarak bizlere umut aşılıyor.

Birbirinden destek almanın önemli olduğu bir zamandan geçiyoruz. Belki bu süreç, ruh sağlığıyla ilgili stigmaları aşıp zaaflarımızla ilgili daha açık olabildiğimiz, kendimizi kötü hissetme hakkını kendimize tanıdığımız ve yorulduğumuzu kabul ettiğimiz bir zaman olmalı. Kabul ettiğimiz zaman, mücadele etmek için bir çerçeve çizmiş oluruz. İçinde yaşadığımız bu durumun bir travma olduğunu belirten YY bu noktada, meraklı okurları yankiyazgan web sitesinde bu konuda kaleme aldığı Zamansız ve Mekânsız Afet isimli yazısına yönlendiriyor ve şöyle devam ediyor: “Bu travma, bizlerin de bildiği tipte bir travma değil; bu süreçlerin ruhsal etkilerini de çok iyi bilmiyoruz, ama öğreniyoruz. Bizler, yaşamın iyi öğrencileri olmaya çalışıyoruz. Bu aktiviteleri ben de kendim için bir öğrenme fırsatı olarak görüyorum. Size belki bilmediğiniz bir şey söylemedim, ancak her iki taraf için de gelişimin sınırı yok. Üstelik başkalarıyla paylaşmak ve başkalarıyla birliktelik kurma duygusu, kuşkusuz bu duruma dayanmanın ana yollarından birisi.” YY’nin yaşıyor olduğumuz dönemle ilgili bu son birkaç yorum ve önerisiyle beraber webinarın sonuna geliyoruz.

Hepimiz çocuk, genç ve yetişkin olduk veya olacağız. Birçok değişkenden bağımsız olarak; bir insan için öğrenmenin, gelişmenin başı sonu yok! Ne mutlu bize ki Yankı Yazgan ve dünyanın sayısız yerinden birçok başka saygı değer bilim insanının bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaşabilecekleri teknolojik imkânlara sahip bir dönemde yaşıyoruz. Bizler, birbirimizle iletişimde kalabiliyoruz ve birliktelik kurabiliyoruz. Her ne kadar bu yazı içerisinde değindiğim literatür çalışmaları ve Yankı Bey’in referans gösterdiğim diğer kaynaklarını bu yazı için özelleştirerek dahil etmiş olsam da, bu yazının oluşmasını sağlayan her bir birim ve benim zihnimde yaptıkları çağrışımlar aslında uzun zamandır okumanın, araştırmanın ve nispeten daha az sık da olsa yazmanın ekmiş olduğu tohumların ürünleri. Bu uğurda bir adım atmak isteyen herkesi bilgi ve deneyim paylaşım platformu olan Paylaş Büyüsün’e de bekleriz. Hepimize öğrenme – ve doğal bir getirisi olarak özgürleşme – dolu bir yaşam dilerim!

Referanslar

Baumeister, R., & Vohs, K. (2007). Self-Regulation, Ego Depletion, and Motivation. Social and Personality Psychology Compass, 1(1), 115-128. doi: 10.1111/j.1751-9004.2007.00001.x

Bir evet, sonsuz hayır – Yankı Yazgan: https://www.birgun.net/haber/bir-evet-sonsuz-hayir-132554

Cacioppo, J. T., Hawkley, L. C., Crawford, L. E., Ernst, J. M., Burleson, M. H., Kowalewski, R. B., et al. (2002). Loneliness and health: Potential mechanisms. Psychosomatic Medicine, 64, 407–417. doi: 10.1097/00006842-200205000-00005

Cantor, N. (1990). From thought to behavior: “Having” and “doing” in the study of personality and cognition. American Psychologist, 45(6), 735-750. doi: 10.1037/0003-066x.45.6.735

Demerouti, E., & Bakker, A.B. (2008). The Oldenburg Burnout Inventory: A good alternative to measure burnout and engagement. In J. R.B. Halbesleben (ed.), Handbook of stress and burnout in health care (65–78). Hauppauge, NY: Nova Science Pub Inc

Humphreys, M., & Revelle, W. (1984). Personality, motivation, and performance: A theory of the relationship between individual differences and information processing. Psychological Review, 91(2), 153-184. doi: 10.1037/0033-295x.91.2.153

Kahneman, D. (1999). Objective happiness. In Kahneman, D., Diener, E., & Schwartz, N. (Eds.), Well-being: The foundations of hedonic psychology (pp. 3–25). New York: Russell Sage Foundation.

McAdams, D., & Olson, B. (2010). Personality Development: Continuity and Change Over the Life Course. Annual Review of Psychology, 61(1), 517-542. doi: 10.1146/annurev.psych.093008.100507

Mosanya, M. (2020). Buffering Academic Stress during the COVID-19 Pandemic Related Social Isolation: Grit and Growth Mindset as Protective Factors against the Impact of Loneliness. International Journal of Applied Positive Psychology. doi: 10.1007/s41042-020-00043-7

Neugarten, B., Moore, J., & Lowe, J. (1965). Age Norms, Age Constraints, and Adult Socialization. American Journal of Sociology, 70(6), 710-717. doi: 10.1086/223965

Nurmi, J. (1992). Age Differences in Adult Life Goals, Concerns, and Their Temporal Extension: A Life Course Approach to Future-oriented Motivation. International Journal of Behavioral Development, 15(4), 487-508. doi: 10.1177/016502549201500404

Umberson, D., Crosnoe, R., & Reczek, C. (2010). Social Relationships and Health Behavior Across the Life Course. Annual Review of Sociology, 36(1), 139-157. doi: 10.1146/annurev-soc-070308-120011

Vohs, K., Baumeister, R., & Ciarocco, N. (2005). Self-Regulation and Self-Presentation: Regulatory Resource Depletion Impairs Impression Management and Effortful Self-Presentation Depletes Regulatory Resources. Journal of Personality And Social Psychology, 88(4), 632-657. doi: 10.1037/0022-3514.88.4.632

Wood, R., Bandura, A., & Bailey, T. (1990). Mechanisms governing organizational performance in complex decision-making environments. Organizational Behavior and Human Decision Processes, 46(2), 181-201. doi: 10.1016/0749-5978(90)90028-8

Wrosch, C., & Freund, A. M. (2001). Self-regulation of normative and non-normative developmental challenges. Human Development, 44, 264–283. doi: 10.1159/000057066

Yazgan, Y. (2019). Ağır Olmanın Özgürleştiriciliği: http://www.yankiyazgan.com/agir-olmanin-ozgurlestiriciligi-2/

Yazgan, Y. (2018). Çocuklu Hayat. İstanbul: Destek.

Yazgan, Y. (2003). Düşe kalka büyümek. İstanbul: Epsilon.

Yazgan, Y. (2011). Söz Uçmuş Yazı Kalmış. İstanbul: Doğan.