Korkmamak Normal Değil

(İpek İzci’nin sorularına hazırladığım yanıtlardan oluşan bu yazının bir kısmı Hürriyet Pazar, 15.03.2020’de yayımlanmıştı. Güncel bazı ilaveler de yaptım)

Pandemi döneminin hemen öncesinde yaptığımız bu röportajın yayımlandığı günlerde, bilim ile bilim karşıtlığı arasındaki gerilim tırmanmış, COVID-19 hakkında medyada yer alan konuşmalarda kelle paça, Türk geni ile virüsün etkileşimi gibi saçmalıklar egemen olmuştu. Neyin gelmekte olduğunu bilmediğimiz o dönemin bilinmezleri şimdi başka, ama bu sefer de yeni bilinmezler karşı karşıyayız.

Bilinmezlikle karşılaşan kişi ve toplumlarda iki tip reaksiyon oluyor: birisi, bilinmezliğe bildik yollardan ve bildik cevaplarla karşılık vermek (“dış güçlerin oyunu”), diğeri ise, bilinmezliğin verdiği şaşkınlık ve çaresizliğin farkında olarak, durumu basamak basamak aydınlatmak, cevaplar akla yakın bile olsa bilimsel süzgeçten geçirmeden ortalığı velveleye vermemek…

Bilim hızlı olmakla acele etmeyi ayırd etmemizi de sağlar. Bilmediğimizi (ve bunun yarattığı tedirginlik ve korkuyu) kabul etmeliyiz, biliyormuş gibi yapmak bilmeyi ve anlamayı sonsuza dek erteler.

 

Korkuyorum demenin ayıp sayıldığı bir dünyada çatlak seslere kulak vermek gerekiyor

İnsanlar uzun zaman mutluluk reçeteleri peşindeydi, bunun yerini şimdilerde iyimserlik aldı. Bu öğrenilebilir bir şey, olayları nasıl gördüğünüz önemli. “Kötü olaylar hep benim başıma gelir” diyorsanız, inanç ve yakıştırma sisteminizi değiştirmeniz gerek. Her şeyin bir biçimde iyi gideceğine inanana iyimser diyemem; bir sorunla karşılaştığında onu aşmaya yetecek birikimde olduğuna inanan iyimserdir. Hep olumsuz durumlardan söz ettiğimde, iyilikleri görmemekle eleştirilebilirim. Oysa, bu iyimserliğin ta kendisi, kaybetmekten korktuklarımızı koruyabilmek için gerekli. Sorunlarla başa çıkabileceğimize inandığım için bu olumsuzluklara dikkat çekiyorum. İyimserlik, geleceği kendi çabalarımızla iyileştirebileceğimize inanmaya dayanırsa yapıcı bir güç kazanır. Korku ve üzüntü ile öfke ve kızgınlık arasında kalıyoruz. Öfke ve kızgınlık, başkalarını korkutarak durumu aşma girişimi ama sonucu iyi değil.

Kibarca bir şey istemenin yalvarmak olarak görüldüğü bir dönemden geçiyoruz hep birlikte

Taksi şoförü, “Şoför bey, sağ tarafta durmanız mümkün mü acaba” diyen bir arkadaşımızı aşırı nazik olduğu için “Sen nasıl erkeksin” diyerek arabasından atmış! Nezaketten, yumuşaklıktan huylandığımız, altında sapkınca bir şey aradığımız çok oluyor. Sert ve kaba olmak rahatlatıcı ve güvenli geliyor. Birçok kişi çocuklarını nazik veya sıcak değil, sert ve çekinilen biri olarak yetiştirmeyi tercih ettiğini söylüyor. O taksicinin hareketi, kadını nasıl gördüğünü özetliyor, birisinden kibarca bir şey istemenin yalvarma olarak görüldüğünü ortaya koyuyor. Karşımızdaki bugün yalvarıyorsa yarın başka bir şey isteyebilir diye düşünülüyor.

Aklımızı korkunun etkisinden çıkaramıyoruz

Endişe, kaygı bozukluğu, güvensizlik, neşesizlik… Yazılarımda pek çok farklı duyguyu ele alıyorum ama kitabım adını korkudan alıyor. Türkiye’de korku, diğer olumsuz duygulara nazaran, adeta trafikte geçiş önceliği olan bir araç gibi. Diğer duyguları bir kenara itiveriyor. Son 100 yıldır, nükleer savaş, AIDS, iklim krizi veya çok daha güncel olan koronavirüs korkusu gibi değişik korkularla yaşıyoruz. Korkumuzun kaynağının o an, o dakikayı etkileyip etkilemediğine bakamıyor, aklımızı korkunun etkisinden çıkaramıyoruz. Kaynağını azımsıyoruz. Korkuyu doğuran gerçeği görmezden gelmek bir ‘çözüm’ oluyor ya da hayatın tümünü böyle açıklamaya başlıyoruz. Üzüntü, biraz daha farklı. Yeterince üzülememenin, korkunun öfkeye dönüşmesine daha çok yer bıraktığını da söyleyebilirim. Art arda acı verici olaylar yaşıyor, hayatlarımızdan eksilmeler oluyor, kendimizin olmasa başkalarının kitlesel acılarına tanık oluyoruz. Doğal felaketler, şehitler, mültecilerin yaşadıkları, savaşların yol açtığı kayıplar, nasıl bulaştığını bile anlamadığımız salgın hastalıklar… Durup üzülmeye fırsat bırakmayan bu durum, korkuyu kızgınlık ve öfkeye dönüştürüyor ki o zaman yapıcı bir sonuç vermiyor.

 

Güçlülerin güçsüzlere korkutarak yaklaşması doğal geldi, yadırgamadık

Önemli sayıda insan, aklına eseni yapmaya, başkalarına zarar vermekte bir sakınca görmemeye başladıysa, terörün ruh dünyamıza olan duygusal etkilerinin, terörün kendisinden önce yetişip zihnimize ve davranışlarımıza yön verdiğini söyleyebilir miyiz? Yoksa, terör zaten hep vardı ve ruhlarımız bunu bire bir maruz kalmamışken hissetmeye başlamış mıydı? Bence böyle oldu ki sıradan insanların birbirine uyguladığı şiddet, sözde, eylemde, bu kadar çoğaldı. Güçlülerin güçsüzlere olağanüstü şiddetle, korkutarak yaklaşması doğal geldi, yadırgamadık.

Neşeliyken kafa yapınız çok daha demokratik olur

Ruh halimizi anlatacak kelimelerden biri şenliksizlik. Toplumdaki asıl bölünme, şenlikli, neşeli bir toplum isteyenler ve istemeyenler arasında. ‘Gülün Adı’ filminde din adamları kahkahadan ‘kötülüğün sesi’ olarak bahseder. Ülkemizde gülmek ya delirmekle ya da hafifmeşreplikle ilişkilendiriliyor. Öte yandan “Çok gülersek ağlarız” diye bir lafımız var. Halbuki neşelenmek insanı yeniliğe açık kılan bir şey. Neşeliyken kafa yapınız daha demokratik, başkasına açık olur.

Mevcut durumumuza fazla dokunmayan, rahatımızı bozmayan her görüşü kabulleniyoruz

Okurlarım gündelik olaylarla ilgili daha çok yazmamı istiyor. Bu talep en çok rahatlama ihtiyacı ve kendi düşüncelerinin doğrulanmasını istediklerinden doğuyor. “Çocuklar günde kaç saat telefonda oynamalıdır” diye sorduklarında “Üç yaşın altındakiler oynamamalı çünkü böyle bir ihtiyaçları yok” diyorum, “Ama neden öyle diyorsunuz” diyorlar. Telefonla oynadıklarında dil, sabır ve kontrol becerilerinin azaldığını gösteren çalışmalardan söz ediyorum, bu sefer de “Ama her çocukta olmayabilir” yanıtı geliyor. Evet, olmayabilir ama küçük bir olasılık bile olsa, biz o riski almamayı tercih ederiz. Bu doğrulanma ihtiyacı, gittikçe artıyor. Özellikle anne-babalar pusulasız kaldı. Bu durumu aşı, beslenme gibi konularda da çok yaşıyoruz. Sorun şu ki, uzmanlık konusu nesnelliğini yitirdi. Örneğin bir dönem, okula başlangıç yaşı çok tartışılmış, “60. ayda başlansın” denmişti. 60 ay okula başlamak için erken. Ama iki uzman, “Hayır, bizce iyi bir yaş” diyebiliyor. Bilimin de bilimsel unvanın da amaç dışı kullanıldığı bir zamandayız. İnsanlar da kime inanacaklarını şaşırdı. Basmakalıp öneriler yeni bir düşünce pozisyonu almamızı erteletiyor. Mevcut durumumuza fazla dokunmayan, rahatımızı bozmayan her görüşü kabulleniyoruz.

Toplumumuzda kendine olumlu telkin kabiliyeti yüksek

İklim krizi Türkiye’de henüz bir kaygı bozukluğu nedeni değil çünkü kapımıza dayanmış gibi görünmüyor. Üstelik toplumumuzda telkin kabiliyeti yüksek. 1986’da yeni doktor olmuştum, Anadolu’da çalışıyordum, Çernobil’in sonuçlarını konuşurken ekranda devlet yetkililerinin çay içmesinin herkesi rahatlattığını gördüm. Hepimiz rahatlatıcı bir ipucu aramaya yatkınız ama gerçek bizim kabul edip etmememize bağlı bir şey değil. Tabii bu telkin kabiliyetinin yüksek olması çok da iyi değil ama geçici rahatlamalara herkesin ihtiyacı var.

Gelecekte bizi nasıl konuşacaklar?

Binlerce yıl sonra günümüze baktıklarında insanların bazı gerçeklere gözlerini kapadığını söyleyecekler. Ama bilim alanındaki sıçramaların olduğu da hatırlanacaktır. Mesela Galileo dönemindeki bilim düşmanlığını hayretle karşılasak da onun vizyonuna hayranlık duyuyoruz.