Kopmadan Ayrılık

 

Liseyi başka bir kentte yatılı okudum.  Ilk yıl altı kişilik bir odada kalıyordum. Okuldaki ilk gün ve ilk akşam oda ‘halk’ının en iyi hatırladığı anları barındırır. Anneler babalar çocuklarını odalarına yerleştirip evlerine doğru yola çıktığı andan başlayarak her birimize bir ağırlık çökmüştü. Benimkilerin yolu uzun olduğundan fazla oyalanmadan vedalaşıp gitmişler, bu da ayrılık faslının uzayıp gitmesini önlemişti. Odadaki diğer çocukların anne-babalarını gözlediğimi hatırlıyorum. Nasıl çıkıp gidemediklerini… Yataklara oturup biz çocuklar dolaplarımızı yerleştirirken seyrettiklerini.
Akşam ranzamın üst katındaki Hamdi yatmaya tırmandığında o kadar çok ağlıyordu ki gözyaşları aşağıya damlar mı diye aklıma geldi. Anne-babası kapıdan çıktığı anda başlayan ağlaması bitmek bilmiyordu. Hepimiz sessizce onun hıçkırıklarını dinledik. Hamdi adeta hepimiz adına ağlıyormuş gibiydi.
Ayrılık, bütün korkuların altında yatar. Yakın ilişkilerimizi kaybetme korkusunu bize çocuklarımız, anne-babamız, sevgilimiz, arkadaşımız, ülkemiz, evimiz, değer verdiğimiz her şey yaşatır. Evden çıkıp okula gitmek gittiğimiz yerde başımıza gelecekleri, kalanlara ne olacağını, geri dönüp dönemeyeceğimizi bilemeden çıkılan yolculukların belki de ilkidir. Başka bir yerde geceleyip yatmak ise, anne-babanın yanından kalkıp içeri odada yatmanın zorluğunu her gece bir kriz şeklinde yaşayan ülkemiz evleri için tanıdık bir meseledir.
Hamdi 29 Ekim tatiline kadar her akşam aynı göz yaşlarını hepimiz için akıtmaya devam etti. Tatilde gittiğimiz evlerimizden geri döndüğümüzde onu görmeyi pek beklemiyorduk. Gelmemişti. O gece hepimiz okulun ilk gününde dökemediğimiz gözyaşlarını döktük.
Iki üç yıl önce, Hamdi’nin şehrinde düzenlenen bir kongreye katıldım. Akşam yemeğinde şehrin yerlilerinden bir kaç doktor ile çene çalarken Hamdi’yi sordum. Tabii ki tanıyorlardı. Liseden sonra bu sefer evden ayrılık acısına dayanmış, İstanbul’da mühendislik okumuş, sonra da uzatmadan eve, memlekete dönmüştü. Hemen telefonunu bulup verdiler; aradım, enerji işindeymiş, durum iyiymiş, fazla konuşacak bir şey bulamadım. Okuldan ayrılışını, gidip gelmeyişini hiç konuşmadık. Olmamış gibi.
Kapatırken aklıma geldi soruverdim; çocukları var mıydı? Nerede okuyorlardı? Birisi onunla ortak çalışıyordu, her gün beraberdiler. Diğeri Yeni Zelanda’ya yerleşmişti. Içimden geçirdiğimi söylememekle herhalde iyi ettim; adeta babasının yaptığı gibi geri dönmeyi imkansızlaştıracak kadar uzağa gitmişti. Ayrılık ya da kaybetme kaygısı yaşayanlar bu kaygıyı bir an evvel gerçekleştirmek, kaygıyı yaşamaktan kurtulmak için her şeyi yapabilirler, zira. Kaygı da soydan geçer, hayatın getirdikleri ile canlanır.
Anne-babalara doğumdan sonraki günlerden başlayarak sorduğunuzda çocuklarını kaybetmekten ya da çocuklarına bir zarar gelmesinden daha büyük korku bildirmezler. Bu korkuyu anneler daha yoğun ve gürültülü, babalar daha sessizce yaşasalar da, beyin görüntülemesi ile beraber yapılan çalışmalar her iki ‘grup’ta da aynı kaygı/korku sisteminin aktif olduğunu gösteriyor: kaybetmek, yanlış bir şey yapmak, istemeden zarar vermek. Bu duyguları ‘aşırı’ dozda yaşayan anne-babaların genetik/farmakolojik yapılarında korkuya ilişkin (örneğin serotonin sisteminde) bir aşırılık olduğunu, beyindeki ‘korku’ şebekesinin aktivitesinin bu aşırılığı yansıttığını gösteren çalışmaların çocuklara ilişkin bir kısmı da var. Anne-babanın kaygı düzeyi yükseldikçe, daha doğrusu aşırılaştıkça, çocuğunki de artıyor. Hele küçük çocuk, dünyayı annebabasının yüzünde oluşan tepkilere bakarak anlayıp anlamlandırdığından ötürü bu kaygıyı miras olarak alıverir.
Çocuğunun elini bırakmak, onun kendi yoluna gitmesine izin verebilmek ve kaybetme korkusuyla baş etmek kaygı vericidir. Bu kaygının çocuğu yolundan alakoyması da…