‘Kalp çarpar’

yeni kitap yayımlamak zevkli. kitapçılarda, okur mesajlarında keyfi sürülecek cinsten. ben yine sorun bulurum; örneğin, niye bazı kitapçılarda öne çıkıyor da, bazılarında kitap ortada yok? Düşün dur, “acaba yapmam gereken bir şey mi var?” yoksa, “yapmamam gereken bir şey mi var?”
Bu inceliklerle yayınevi ilgilenir herhalde derken, kitap kapağına ilişkin “bu ne surat?” ya da “yılların insafsızlığını sergileyen kapak” diye eleştiriler alınca, tekrar kafam karıştı. Kitabın kapağında yüz resminin kullanılması son dönemde kapak tasarımında bir trendmiş, ben de yayıncının tavsiyesini dinledim (ehil insanların tavsiyesini dinleyen adamımdır). Ama, kapakta en düzgün halimle durmasam da olur diye kendimi avuttum:)
kendimi eleştirdiğim bir şey var kapak resminde, suratımın eskimiş görünümü vs değil; ama gülüşümü samimiyetsiz buldum açıkçası.
Peki ama, insan bir kameraya ne kadar samimi bakabilir, ne kadar samimi gülümseyebilir… Kameraya bakıp gülümserken samimi olmamak, en samimi tavır sayılır, diyerek teselli buldum.

kalp çarpar’ın 2013’teki baskısının kapağı. 6 yıl sonra kapaktan yana muradıma erdim.(1.2014)

4 comments

  1. Alsam mıııı, almasam mııı ?
    Okuma listemdeki önceliklerim engel oldu; almadım. Sonra fikrimühim.com’a üye oldum ve ilk kampanya: Yankı Yazgan’ın Kalp Çarpar Beyin Böler kitabı hakkındaki görüşlerimiz bekleniyor.

    Bu sabah kargoyla kitabım geldi; şimdiyse bitirmek üzereyim.

    Kitapla ilgili enteresan bir tesadüfü aktarmak istedim size:

    Dün erkek arkadaşıma, zürafalarla ağaç boylarının çılgın bağlantısını anlatmak için kendimi parçalayıp durdum. Ancak bilimsel temele dayandıramadığım için konuşmamız sürekli kahkahalarla bölünüp durdu; sonunda da yarım kaldı.

    Bugün kitabınızı okurken, suratımın halini tahmin edersiniz herhalde. Sanırım hiç bir okuyucu, kitabınızı okurken “aaa yaşasın zürafalar!” diyerek sevinmemiştir ve sevinmeyecektir 🙂

    Elinize sağlık, iyi çalışmalar dilerim.

  2. daha bugün bu kitabı aldım, hatta şimdiye kadar sadece ilk kısımlarını okudum.şu an bu sitede olmam da tamamen tesadüf.hatta ‘beynime’ söz geçiremediğim için gecenin bi yarısı blog’a bişeyler yazmaya başlamıştım, o sırada kitap gözüme çarptı,sonra bu siteye geldm, sonra da işte bunu yazmaya başladım.bu arada kitabın okuduğum kadarını beğendim, ama,kapaktaki gülümseme gerçekten de daha içten olabilirmiş:)

  3. Itir Erhart

    Kitabınızı keyifle okudum. Aşağıda aldığım birkaç küçük notu bulabilirsiniz.

    Sayfa 61 “Biz her gün bir başkası mıyız, dün ben başka mıydım?”
    Buna benzer görüşleri benimseyen felsefeciler var aslında. Örneğin David Hume “kişisel özdeşlik” (personal identity) diye bir şey olmadığını savunuyor. Dünden bugüne, bugünden yarına bir devamlılığımız olmadığını söylüyor. Şöyle diyor:

    “When I enter most intimately into what I call myself, I always stumble on some particular perception or other, of heat or cold, light or shade, love or hatred, pain or pleasure. I never can catch myself at any time without a perception, and never can observe any thing but the perception. When my perceptions are removed for any time, as by sound sleep; so long am I insensible of myself, and may truly be said not to exist.”

    Bundan da şu sonuç çıkıyor:

    “We are nothing but a bundle or collection of different perceptions, which succeed each other with an inconceivable rapidity, and are in a perpetual flux and movement.”

    Strawson’ın “The Pearl View” adını verdiği teorisi de buna oldukça yakın:

    “I will call my view the Pearl view, because it suggests that many mental selves exist, one at a time and one after another, like pearls on a string, in the case of something like a human being. According to the Pearl view, each is a distinct existence, an individual physical thing or object, though they may exist for considerably different lengths of time.”

    Yani yine devamlılık yok, yıllar boyu var olmaya devam eden bir mental self yok.

    Sayfa 70 “Proust’a déjà vu’yü yaşatan şeylerin başında küçük madlen çikolatalar gelir.”
    Proust’un madeleines’i aslında çikolata değil. O meşhur paragrafa bakalım:

    “She sent out for one of those short, plump little cakes called petites madeleines, which look as though they had been molded in the fluted scallop of a pilgrim’s shell. And soon, mechanically, weary after a dull day with the prospect of a depressing morrow, I raised to my lips a spoonful of the tea in which I had soaked a morsel of the cake. No sooner had the warm liquid, and the crumbs with it, touched my palate than a shudder ran through my whole body, and I stopped, intent upon the extraordinary changes that were taking place…at once the vicissitudes of life had become indifferent to me, its disasters innocuous, its brevity illusory…”

    Madeleines çaya batırılabilen küçük kekler. Bunun farkına, yaklaşık 10 yıl önce, Paris’te madeleines diye satılan kekleri görünce vardım. ”Peki neden biz çikolataya madlen diyoruz?” Bunun üzerine epey düşündüm ve sonunda bir teori geliştirdim. Paris’te Madeleine diye çikolatacıları ile ünlü bir semt var. Belki bir gün bir Türk turist bu semtten çikolata aldı ve “Madlen çikolataları çok güzel” diye anlattı Türkiye’ye dönünce. O günden sonra da küçük yassı çikolatalara “madlen” demeye başladık. Tabii bu yalnızca bir teori…

    Sayfa 88 “… birçok babanın “jetonunun” biraz geç düştüğü aşikar
    Burada bir harf eksik.

    Sayfa 192 “You ve you”
    Çok sevdiğim bir joke var bunun üzerine:
    “Let’s be on familiar terms. You can just call me ‘you.'”
    Evet, İngilizcede T-V Distinction yok. Ancak linguistics derslerinden hatırladığım kadarıyla eskiden varmış. (ye ve you) Ancak tıpkı accusative, dative, nominative ayrımlarının ortadan kalktığı gibi o da kalkmış. Simdi thee, thou, ye ve you’nun tek bir karşılığı var: you. Sanırım bunun nedeni dillerin daima sadeleşme eğiliminde olmaları.