therapy

Freud’daki biyolojiyi keşfetmek: Kuşaklar ötesi ruhsal etkiler nasıl oluşur?

Freud, 1980’li yıllarda keşfedilen bir makalesinde, yaşananların genetik yapıyı etkilediğini ve bu etkinin kuşaklar boyu sürdüğünü söylüyor. Ama, bu makaleyi hiç yayımlamamış, hatta varlığını yadsımış.

Darwin ve evrim teorisiyle tanışmamı, lise birinci sınıf biyoloji dersine (Çiğdem hoca’ya) borçluyum. Kitabın ya ilk, ya da ikinci ana başlığı, türlerin kökenine ve hayatın gelişimine dair, Darwinci biyoloji teorisini anlatıyordu. Canlılığa bakış açılarından birisi ve en geçerlisi olarak sunulan Darwinci evrim teorisi üstüne kurulu olan biyoloji dersleri, o yılların benim için, en zevkli “ders anıları” arasında yer alıyordu. Alternatif evrim teorilerine de değinilen o derslerdeki “zürafalı” bir örneği hatırlıyorum. Zürafaların boyunlarının neden uzun olduğuna bir açıklama getirmeyi deneyen bir bilim adamı, yüksek ağaçların olduğu yerlerde büyüyen zürafaların, boyun ve bacaklarının giderek uzadığını söylüyordu. Bu uzama, kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve zürafaların genetik yapılarına yerleşik bir özellik oluyordu. Çevre değişikliklerinin ve dış koşulların, canlının genetik yapısında değişiklik oluşturarak, kuşaklar ötesini etkilediğini öne süren kişinin adı Lamarck’tı. Lamarck’çı “dönüşüm” teorisinin bir başka savı da, genetik yapıda değişikliklere yol açan çevresel koşulların ortadan kalkmasının, değişiklik üzerinde etkisizliğiydi. Dünya değişse, ağaçların boyu kısalsa bile, zürafalar hep uzun boylu ve uzun bacaklı kalacaklardı.

Lamarck’ın Fantezisi

Lise bir’in yazında, bu biyoloji kürünün üzerine, Freud’un yazdıklarını da okumaya başladım. Bol Darwin’li bir okul döneminin üstüne, Totem ve Tabu’yu okumak tam olarak nasıl bir etki yarattı, hatırlamıyorum.Ama “Freud’la Darwin tanışmışlar mıdır acaba?” diye düşünüp taşınmıştım epeyce. Her ikisini de kendime çok yakın bulmamdan ötürü mü, onu da bilemiyorum. Lamarck ile Freud’un tanışıp tanışmadığını ya da birinin diğerinin yazdıklarını okuyup, okumadığını ise hiç aklıma bile getirmedim. Tek bir nedenle… Lamarck’ın teorisi aktarılırken, öylesine gülünç ve temelsiz bir teori olduğu vurgulanmıştı ki, idol’lerime yakıştıramazdım onu.

Sonradan, Lamarck’ın ondokuzuncu yüzyıl başları biyolojisi içinde, son derece özgün ve “ilerici” bir konumda olduğunu, türlerin gelişimi ve evrilmesi üstüne aykırı görüşler ortaya atıp pek tutunamadığı için yoksulluk içinde ölmüş olduğunu okudum. Çevresel koşulların oluşturduğu değişikliklerin genetik yapımıza da yansıyarak, kuşaktan kuşağa akıp gitmesi ise, hoş bir fantezi olarak zihnimin bir köşesinde kıvrılıp kaldı.

Yadsınan bir yazı

1914 ve 1915 yıllarında Freud yazma açısından üretken bir dönem geçirmişti. Bu üretkenliği savaş yıllarının hasta sayısını azaltmasına bağlayanlar var. Kimilerine göre, o sıralar yakın olduğu Dr. Wilhelm Fliess’in biyolojik ritmler hesabına göre, 1918’in şubat ayında öleceğini öğrendiğinden dolayı elini çabuk tutuyordu. Fliess hakkında fazla fikri olmayanlara “biraz acayip birisi” olduğunu ve kafasını ruhsal durum ile burun arasındaki ilişkiye takmışlığını fısıldayayım. Kulak-burun boğaz uzmanı olan Fliess’te Freud’un ne bulduğu, etkileşimlerinin olumlu ya da olumsuz sonuçlarının ne olduğu çok açık değil. Ama Freud’un bilimsel ve klinik yaşantılarının bir bölümünde Dr Fliess’in rol oynadığı kesin.

Her neyse, 1914-15, Jung ve Adler’in Freud’un çizgisinden ve grubundan koptukları döneme uyuyor. Bu durumu, Freud’un teorisini bir an evvel derli-toplu bir biçimde sunma çabasının nedeni olarak görenler de var.

Şu ya da bu nedenle, o yıllarda yazılan tam on iki makaleden beş tanesi, psikanalizin teorisi olan “metapsikoloji”nin köşe taşları olarak yorumlandılar. Aralarında “Yas ve Melankoli”nin bulunduğu bu beş makale dışındakiler ise sırra kadem basmışlardı. Freud’un kendisi de, bu yazıları artık benimsemediğinden ve hayatından çıkarmak istediğinden olsa gerek 1919’da yazdığı bir mektupta “kalan yazılar”ın varlığını yadsıyordu. Ancak, Anna Freud’un 1983’teki ölümünden sonra açılan evrak-ı metrûkesinden çıkan bir kopya, kalan yedi makaleden birini ortaya koydu. Yazı, çalışma arkadaşlarından Sandor Ferenczi’ye eleştirilmek üzere (son şeklini almamış olarak) gönderilmişti. Başlığı ise; nefesinizi tutun, Filogenetik Bir Fantezi”!

 

Evrimin artıkları

Filogenez denince, aralarında genetik ortaklık bulunan bir grup canlının evrimi anlaşılmalı. Filogenez’in karşısına koyabileceğimiz diğer kavram olan ontogenez ise, tek bir canlının, tek bir hayat dönemindeki gelişim sürecini ifade ediyor. Freud’un filogeneze dair fantezisine aslında bir başlık koymamış olduğunu, sadece yazdığı mektuplarda makaleyi bu isimle andığını belirteyim.

Fantezi’nin temel düşüncesi, psikopatolojinin evrim sürecinin artıkları ya da ürünleri olabileceği şeklinde… Yani, insanlığın gelişimi içerisinde edindiği bazı uyum amaçlı özelliklerin, bugün bir semptom olarak ortaya çıktığını öne sürüyor (Freud).

Buzul Çağına değin huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdüren insanlar, buzlarla birlikte anksiyete ile tanışmışlar. Bu yeni durumun yol açtığı kaygı, gerginlik ve bunaltının nasıl bir şey olduğunu, (günümüze baktığınızda) yabancılardan ya da mevcut durumu değiştiren herhangi bir şeyden korkan çocuklarda; ortada pek öyle bir tehlike yokken büyük bir tehlike varmışçasına bunalan büyüklerde görmek mümkün.

Buzul çağı koşulları giderek ağırlaştığında, yiyecek sıkıntısı başlamış. Nüfus problemi yaşayan insanlar, çoğalmayı önlemek için “üreme amaçlı olmayan cinsellik” biçimleri geliştirmişler. Freud, bu “yerine koyma”yı histeri diye bilinen hastalığın temel mekanizması olarak açıklıyor; histeri’de, bastırılan cinsel dürtüler, bir organın işlevsizleşmesi şeklinde ortaya çıkarlar.

Buzlar çözülmemekte inat ettikçe, insanların yaşayış biçimleri de koşullara uygun örgütlenmeler doğurmuş. İnsan gruplarının başında bir “baba figürü” var ve bu “baba figürü” güçlü, kuralcı, yerini sağlam tutmak için güvenliğine çok önem veren birisi… Kadınların da “sahibi”. Dil ve diğer insana özgü “yüksek” işlevlerin geliştiği bu dönemden, kurallara ve ayrıntılara takılma (obsesif nevroz) günümüze evrim yoluyla “intikal etmiş”.

Freud’un düşüncesinin odaklarından birisi olan Oidipus çatışmasının kökleri “Filogenetik Bir Fantezi”de bulunabilir. Aslında, Fantezi’den iki yıl önce Totem ve Tabu’da formüle edilen Oidipus çatışması, Buzul Çağı’ndaki grup lideri “baba”nın oğullarını sürgün etmesi ve oğulların sürgünden dönüp lider “baba”yı öldürerek “baba”nın kadınları ele geçirmesi şeklinde cereyan eder. “Baba”nın oğulları hadım etme olasılığı ve oğulların bu olasılığa karşı tedbirleri ise, bugün klinik terminolojideki paranoya olmuştur!

O dönemlerde olup biten herşey, hayatta kalmak için geliştirilen bütün önlemler insanın genetik yapısına işlenir, iz bırakır. Binlerce yıl sonraya dek, genlerle aktarıla aktarıla gelen bu “önlemler”, başka bir çağda hastalık belirtisi olabilirler. Özetle, Freud’un “filogenetik fantezisi” böyle…

 

Freud’un aradığı köprü

Bizim lise bir biyoloji kitabına dönersek, Freud’un düşünüş tarzının “Lamarck’çı” olduğunu görebiliriz. Çevresel nedenlerle genetik değişiklikler ortaya çıkması ve bu değişikliklerin kalıtım yoluyla kuşaktan kuşağa geçmesi günümüzün yerleşik biyolojik kavramlarına göre pek kabul edilebilir gibi değil. 1915’te evrime bakışta Darwin’ci görüşün egemen olduğu gözönüne alınırsa, Freud’un nasıl olup da Lamarck’çılaştığını anlamak güç. Kaldı ki, tartışılan görüşler yayımlanmaktan vazgeçilmiş, hatta varlığı bile yadsınan bir yazıda yer alıyor.

Freud’un fantezisindeki bir şey bana çekici geliyor: Yaşantı ve biyolojik yapı arasındaki ilişkiyi belirginleştirme sevdası (bu yazının yayımlandığı 1991’de pek makbul sayılmayan bu bakış 2000lerdeki bulgularla artık psikanalistler arasında popülerlik kazanan nöropsikanaliz gibi perspektiflerde gözleniyor). Psikanalizin, yaşantıların genetik yapıya kodlanışına bir açıklama getirmesi “olmayacak bir sevda” belki; ama Freud’un biyoloji ile psikoloji arasında zaten varolan, ama yeri ve biçimi bir türlü bulunamayan bir köprünün peşinde olduğunu göstermeye yetiyor. Belki de, hala, lise bir’in yazında, Freud ile Darwin’i buluşturmaya çalışan çocuk gibi düşünüyorum.

Meraklı okura 2018 notu:

1991’de henüz bir psikiyatri asistanıyken yazdığım ve o zaman Cumhuriyet Bilim Teknik’te yayımlanmış bu yazının üstünden 27 yıl geçti. Şimdi manzara şöyle: Yaşananlar, genetik yapımız üzerine etkili oluyorlar. Oluşan genetik etkiler bir sonraki kuşağa ne kadar geçebiliyorlar, yani, Lamarck’ın görüşleri ne kadar yerinde, bu yine ısınan bir tartışma. Metilasyon’a dayalı epigenetik mekanizmaları inceleyen çalışmalar, oluşan genetik değişikliklerin sonraki kuşaklara geçebilmesi olasılığını ortaya koyabilirler. Özellikle kanser alanına odaklanan bu çalışmalarda, bir sonraki kuşakta önceki kuşağın hayat süresi içinde gerçekleşmiş genetik değişikliklerin kalıtılan genetik malzemede görüldüğünü ortaya koyan bulgular artarsa, Lamarck (ve onun görüşlerini öne çıkartan Freud) adına bir “oh..” çekebiliriz.

Şimdilik kesin olan: Genlerimiz, beynimizin ana çizgilerini belirlemekle kalmayıp, nasıl işlediğini belirlemekteler. Üstelik, bu belirlemeyi yaparken, yaşanan olaylara göre değişen etkiler gösterebiliyorlar. Freud’un öngördüğü, ama “resmileştirmekten kaçındığı” görüşlerinden birisi de, insanoğlunun tür olarak hayatının başlangıcında (buzul çağı ya da taş devri) edindiği özelliklerin bu gün başına dert olabileceği konusuydu. Bugün ilgi odağı alan konulardan birisi de, eski model beynimizle yeni model hayatımız arasındaki bu çelişki. Yeni model hayatımızın getirdiği mekân ve zaman sınırlamaları, eski model beyinin aşması gereken engellere dönüşebiliyor. Bir dönemde işe yararlık taşıyan özelliklerimiz, olmadık zamanda ve gereksiz yere ortaya çıkınca psikolojik durumumuzun bozulduğu anlamına yorabiliyoruz. Örneğin, bir ormanda, ya da buzullar arasında yaşadığımızda, tehlike sinyali hisseder hissetmez ani tepki verebilirsek, hayatta kalma şansımız artar. Dürtüsellik diye tanımlanan özellik, bu fazla düşünmeksizin tepki verme durumunun sosyal olarak makbul olmayan şekli diye düşünülebilir. Bazen ortada sizden başka kimsenin tehlikeli görmediği bir durum olabilir (yandaki masadaki adam sizin tarafa doğru dik dik bakmıştır meselâ), siz öyle bir zamanda tepki vermekte acele etmişsinizdir. Adamın gözlerinin görmediğini, “bakışlarının öyle olduğunu” fark ettiğinizde, yumruğunuzu geri almak için çok geçtir. Günümüzün hayat temposu, bilgi akışının sürati ile tarih öncesinin hayatta kalmak için anında tepki verme becerisi, bu tür kısa devreleri sıkça yaptığında, size durumu yanlış yorumlatmaya, olması gerekmeyen tepkiler ortaya çıkartmaya başladığında, günümüz ölçütlerinde, ruh sağlığınız bozuluyor anlamına gelebilir. Bir dönem için sağlıklı ve normal sayılan bir durumu nasıl sağlıksız ve anormal sayarız?

Bağlama uygunluk, buradaki cevabımız olmalı bence. Zaman ve zemine uygun bir şekilde kullandığımız bir beyin yetisinin 30,000 yıllık ve 30 saniyelik olması pek farketmez. Durumun gereklerine uıygunluk asıl ölçütümüz. Tıpkı, bağışıklık sisteminin bazı hastalıkalrında olduğu gibi. Normalde organizmamızı korumakla görevli antikorlar (koruyucu savunma hücrelerinin ürünleri) hedeflerini şaşırıp, kendi doku hücrelerimizi “vurmaya” başladıklarında ortaya çıkan bir çok “otoimmün” hastalık böyle oluşur. Başka zamanlarda işe yarayan sağlığımız için gerekli bir mekanizma, yoldan çıkıp vücudu dost ateşi ile yıprattığında, eklemlerimiz şişmeye, bronşlarımız tıkanmaya başlayabilir. Bu gereksiz reaksiyonu kontrol edip, vücudun dost ve düşmanı doğru tanımasını sağladığınızda, otoimmün hastalıkları tedavi ediyorsunuzdur.

Psikiyatrik tedavi de, ama ilaçla, ama psikoterapi ile, buzul devrinden kalma özelliklerimizin yollarını tekrar bulmalarına yardım etmek olarak görülebilir.