bisiklet

Değişim arzusu mu, ümit mi?

Birçok kentte katıldığım toplantılarda benden yapmam istenen konuşmalara konu seçimi işin en heyecanlı kısımlarından birisi oluyor. Doğal olan herkesin mesleği (örneğin bilgisayar mühendisliği, kalp cerrahisi gibi) ya da bir biçimde uzmanlığı (diyelim pul koleksiyonculuğu veya buharlı lokomotifler ya da Osmanlı sarayındaki hamurlu tatlıları) alanında bir konuda konuşmacılık yapması… Mesleki uzmanlık alanım psikiyatri/çocuk psikiyatrisi ve beyin bilimleri, klinik olarak uğraştığım sorunlar ise özellikle gelişim süreci içinde kazandıklarımız, kazanamadıklarımız ve kaybettiklerimiz olarak tanımlanabilir.  Bu tanım bir konferansta ele alınabilecek (abartmayayım neredeyse) her konuyu bir konuşma başlığı haline getirebilir. Bir yandan da konuşmacıya kendi ezberini bozma fırsatı verir. ‘Değişim’ başlığına uygun (ama psikoloji ve beyin bilimleri perspektifi ile) bir konuşma yapmamı isteyenler arasında milyar dolarlık şirket yönetimlerinden sendikalara, Bakanlıklardan muhalifleri meslek odalarına değin uzanan çeşitlilikte kurum ve kişiler olur. Değişime düşkünlüğümüz sınıflar ve kurumlar ötesi yaygınlık gösteriyor, herkes değişmek istiyorsa ve aslında hiçbir şey değişmeksizin her şey aynı kalıyorsa, bundan daha merak uyandırıcı ne olabilir?

Değişim, değişim arzusu olduğu ölçüde gerçekleşebilir. Bu önermeyi “istersen yaparsın” olarak göremeyiz. İstemek yetmez. Değişim yönünü istencimizle saptayabileceğimiz yanılsaması bize değişim gücünü vermekle birlikte, dışımızda olan biten ya da öngördüğümüz değişikliklere ayak uydurarak veya değişiklikleri başlatarak değişim sürecinde yer alabiliriz.

Bulunduğunuz yer ile bulunmak istediğiniz yer arasındaki yolu aşmanızı sağlayan güç olan değişim arzusu, yaratılabilir bir duygu mudur? Harekete geçirici, bir yöne doğru kımıldamamızı sağlayıcı bu psikolojik vektörün insan beyninde bir karşılığını ararsak, rahatlama, heyecan ve keyif duygusu yaratan bölümleri (accumbens gibi) aktifleştiren her uyaran, bu vektörün çıkış noktası sayılabilir.

Bazen hareket etmemek, değişmemek (içinde olduğu durumu sürdürmek, ‘rahatını bozmamak’), bazen de nereye gittiğini bilmeksizin hareket etmek (yeter ki içinde olduğumuz durum değişsin demek, ‘rahat batması’) bu ‘değişim’ vektörünün yönünü belirler.

Değişim ve direnç beraber düşünülmesi kaçınılmaz olan, birbirini besleyen ve dengeleyen iki süreç olarak ele alınabilir. Değişime direnci , en az değişim arzusu kadar kuvvetli olan başka bir duygu besler: Korku. Değişim dönemlerinde, bireyler ya da kurumlar, bilinmezden- veya belirsizden-korku’nun etkisi altında davranırlar. Değişim sonucunda eldekilerden neler kaybedebileceklerini daha yüksek görmeye başlayanlar, kaybetme korkusu ile direnmeye başlarlar. Korku ile nasıl başa çıkabiliriz?

İçinde olunan bağlam ve ortamın etkisi, bireysel geçmişimiz ile birleşerek korkuyu nasıl yönettiğimizi belirler. Değişimi amaçlanan koşulları (bir başka deyişle ne ile ‘mücadele edildiğini’) iyi tanımlamak, değişime yönlendirmenin ilk adımı olacaktır. En sık uygulanan zorlama yönteminin ilham kaynağı olan “iyi şeyler yapıyoruz” düşüncesi, değişimcinin zorlaması ile değişende zorakilik kazandığında, değişimin tamamlanmasını engelleyici olabilir. Değişimin kabullenilmesinin ötesine geçerek benimsenmesini sağlayacak yaklaşımlar neler olabilir?

Şikâyetten korkma. Şikâyet edenlere ya da muhalefet edenlere karşı içimizde oluşan tepkiyi düşünün. Rahatımızı kaçıran eleştirel yorumlar doğru olsa bile  “kim uğraşacak şimdi?” gibisinden bir tepki doğurur.  Oysa, beynimizin şikâyetlenme anındaki aktivitesini izleyebilsek, durumdan memnuniyet duymadığımız ölçüde harekete geçme sistemlerinin aktivitesinin arttığını saptayabiliriz. Bu hareketlenmeyi dengeleyen ‘mevcut durumdan daha iyisini bulabileceğimize inançsızlık’ ise değişim arzusunu frenler. Değişim bugünden ziyade yarına ilişkin bir mesele olduğu için ümit ve ümitsizlik arasındaki çekişmenin bir parçasıdır. Ümit ve ümitsizlik psikolojik birer içerik taşısa da, değişimin sadece psikoloji ya da beyin bilimlerinin bir konusu olmadığını düşünürüm.