Beyin haritalarını çizen Piri Reis’ler

Neredeyse ezelden beri, beyin ile benliğimiz arasındaki ilişkileri araştıranların oluşturduğu iki ana küme var. İlk çağ düşünürlerini de içeren ilk kümedekiler, beynin bir bütün olarak faaliyet gösterdiğini söyleyip, beynin sağının-solunun, önünün-arkasının pek farketmediğini ima ederlerdi. Bu ima, on dokuzuncu yüzyıldaki “kutuplaşma” döneminde açıkça bir teoriye dönüştü. Beyin bölgeleri arasında, filanca işlevi diğer bir işlevden daha iyi yerine getirme gibisinden uzmanca bir iş bölümü olmayacağını düşünenler, kutuplardan birine yerleştiler.

Diğer kutuptakiler ise, “frenologlar” diye bilinen, dönemin bilimsel yöntemlerinden ziyade spekülasyonu tercih eden, firaklı tumturaklı beyin haritalarının geliştiricisi beylerdi. Frenolojinin kafanızda yaptığı her türlü çağrışım bir yana, anlamını verecek Türkçe sözlük ne olabilir? Ne düşündüklerini açıklamaya çalışayım: Her davranışın, her davranışın her bir ayrıntısının (örneğin, saç tarama ya da kafa kaşıma) Beynin belli bir bölgesindeki bir merkezle ilgisi vardı. Bu noktaya kadar diğer kutuptakilerden ayrılmamışlardı. Frenolojinin asıl iddiasına göre, o merkez sadece yetkili ve uzman olduğu davranıştan sorumluydu. Kimi frenologlar işi o raddeye vardırmışlardı ki, “Beyindeki haritada en çok yer kaplayan davranış, en kuvvetli ve en mükemmel şekilde icra edilir,” demekteydiler. Büyüklük ve işlev arasında çizgisel ilişki kuran bu anlayışın ilk bakışta bilim dışı bulunan görüşlerinin, en azından bir parça (hatta daha fazla) doğruluk payı taşıdığını anlamak için biraz beklemek gerekti. Neyi mi? Beyin ile davranış arasındaki ilişkiyi doğrudan gözlemeyi. Yani, davranışları “kategorize” edebilen birisinin beynine gözlerimizle bakıp, ellerimizle dokunmayı..

Ben insan beyniyle 1979’da tanıştım!

Nöroanatomi dersini dört gözle beklediğine inandığımız Profesör İsmail Ulutaş, sağ ve sol elindeki tebeşirlerle ve cüssesinden umulmadık bir kıvraklıkla, beyin yarım kürelerini tahtaya yerleştirdiğinde, beyin ile tam olarak tanıştım. “Yüksek şahsiyet merkezi”nin beynin ön tarafında yerleşmiş olduğunu orada işittik. Çıkık ve geniş alınlı arkadaşlarımla gizli bir gurur duydum o gün. Dar kafalılığı kendimizden uzak tutabilmek için, beynimizin ön kısımlarına çok ihtiyaç vardı. Zaman içinde “şahsiyet merkezi”nin beynin ön tarafında ya da başka bir yerinde olduğundan ciddi bir şekilde kuşkuya düştüysem de, aksini kanıtlayacak dolaysız bir gözlemim yoktu.

Beyinlerin girdisini çıktısını iyice öğrenip ezberledik. Her köşesinde ne olduğunu, filanca dönemeçten sonra hangi boşluğun geldiğini iyice belleyip sınıfı geçtik. Bir daha beyne bakıp, başka şeyler görebilmek, davranışlarla beyin arasındaki ilişkiyi yeni kavramlarla kestirmeye çalışmak için en az bir on sene geçti.

Bakışlarda devrim

Ondokuzuncu yüzyılın kutuplaşması içinde beliren, ama bütün bakış açılarını kökten etkileyen olay, Paul Broca adındaki doktorun, “davranışları kategorize edilebilen” birisinin beynini incelemesi oldu (1861). Bir inme sonucunda “tan”den başka bir kelime söyleyemez hale gelen hastası öldüğünde beynini inceleyen Broca, beynin sol ön tarafının harap olmuşluğunu saptadı. Dil ve konuşma ile ilgili önemli merkezlerden birinin yerinin böylece belirlenmesi “frenoloji” taraftarlarını haklıymış gibi gösterse de, temel soruların bazısı cevapsız kaldı. Örneğin, kişiler arasındaki farklılıklar, anatomi ile açıklanamadı. Her “ön sol” tarafı tahrip olmuş beyin taşıyanda, aynı davranış değişiklikleri gözlenemedi. “Çoğunluk” için geçerli açıklamalar hastaların tedavisiyle uğraşan hekimlerin gündelik sorularına cevap getirdiyse de, beyin ile davranış (ve hayat) arasındaki bağlantılara meraklı olanlar tatmin olmadılar. Broca’nın ardından otopsi yöntemlerini kullanan bir çok bilim adamı ve hekim, beynin çeşitli bölgelerinin sorumluluk alanlarını ortaya koydular. Broca’dan bu yana, ya da beş-on yıl öncesine kadar, beyine ve davranışlarına “bakılabilen” kişilerin ya felç geçirmiş, ya beyninde bir ur gelişmiş ya da beyin dokusunu yıkıma uğratan bir hastalığa yakalanmış olması gerekiyordu. “Davranışı kategorize edilebilen” ve ölümcül durumdaki her kişi, beynin hayatımızdaki yerinin anlaşılması sürecinde, edilgin de olsa, önemli bir rol oynadı. Kategorizasyonu, sınırları belli ve başka türlü yorumlanamaz davranışlar tanımlayabilmek anlamına kullanıyorum. “Kategorizasyon” işleri kolaylaştırdığı ölçüde, ayrıntı ve çeşitliliği de azalttı. Konuşma ya da konuşulanı anlama işlevi bozulmuş kişilerin beyinlerine bakarak, dil’i açıklamak, “normal”deki çeşitlilikten feragatı zorunlu kılıyordu.

Bu kısıtlamayı bir örnekle açmaya çalışayım: Kategorisi “yola devam edemeyen” olarak tanımlanmış bir otomobil düşünün. Lastiğin patlaması ile motorun çalışmaz hale gelmesini aynı kategoriye sokmamıza neden olan bu kategori, doğru bir sebep-sonuç ilişkisi kurmamıza pek yardımcı olmaz. Sebep ve mekanizmayı içermeyen bir kategorizasyon yetersiz kalır. Sebep ve mekanizmayı anlayabilmemizi sağlayacak kategoriler kullanılmadıkça, hem hastalıklar hem de normal işlevler daha doğru anlaşılamayacaktı.

Beyin hakkında bildiklerimizin önemli bir bölümü yine de bu dolambaçlı yoldan elde edildi. Davranışlar ile beynin bölgeleri arasındaki ilişkiyi, neredeyse, bir haritaya dökmek böylece mümkün oldu. Normal davranış ile normal beyin arasındaki ilişkiyi anlamamız ise, yine aynı harita ve yöntem nedeniyle, belli bir noktadan öteye gidemedi. “Kategorize” kaldı.

Ölümü beklemeksizin beyne bakış

Beyne dokunmaksızın ve doku bütünlüğünü bozmaksızın bakmanın yöntemleri, özellikle bindokuzyüzyetmişlerin sonunda kullanımı yaygınlaşan bilgisayarlı tomografi ile başlayarak mükemmelleşti. Beyin “dilimler”ini daha incelttikçe, görüntünün anlatabildiği şeyler çoğaldıkça, beyin-davranış araştırmacıları da “yüzyıl aradan sonra yeniden mi doğuyoruz” dediler.

Binlerce yıldır sorulan sorulara, yüzlerce yıldır kullanılan yöntemle bu sefer teknolojiden yararlanarak bakmak kolaylaşmıştı. Yöntem aynı kalmıştı: Beyindeki bir aksaklık, bir yıkım ile davranışlardaki değişme arasındaki ilişki ya da eşleşme inceleniyordu. Eskiden bir temel farkla; kişinin beyninin incelenebilmesi için, önce ölmesi gerekmiyordu!

Davranışlardaki “kategorize edilemeyen” değişikliklerin beyinle ilişkisini doğrudan gözlemenin yollarını arayanlar, önce tomografiyi, şimdi de manyetik rezonans’ı kullanıyorlar. Şu “kategorize” deyimini bir kere daha irdeleyeyim: Artı ya da eksi, siyah ya da beyaz kadar birbirinden ayrılamayan farklılıkları kastediyorum. Konuşmak ya da konuşmamak değil de, konuşmanın tonundaki iniş çıkışlar veya istenmeyen bir sözün kızgınlık anımda sarfedilebilmesi gibi gündelik dalgalanmaları nasıl kategorize edebilirsiniz ?

Davranışların araştırılabilmesi için, bir tür kategorizasyon kaçınılmaz. Psikiyatri ve davranış bilimlerinde depresyonun ağırlığı ya da bunaltının şiddeti sayısallaştırılarak  bir tür “kategorizasyon” sağlanabiliyor. Bilgisayarlı tomografi yada manyetik rezonans ile depresyonlu yada bunaltılı bir kişinin beynine baktığınızda ise, kategorize edebileceğiniz bir “anormallik” bulmak zorlaşıyor. İnmeli ya da kanserli bir kişinin beyninde gözlenebilen “kategorik” tipte bir bozulmayı, psikiyatrik rahatsızlığı olan birisinde ya da bir psikolojik işlevin değişimlerini gözlediğiniz herhangi bir kişide, beynindeki yapısal tahribatın büyük olduğu kişidekiyle aynı süreklilikte ve  aynı yoğunlukta gözleyebilmek pek mümkün değil.

 “Beyinin Piri Reis’i”. Can Yücel’in kitaplarından birisi, “Beyinin Piri Reis’i Gazi Yaşargil”e adanmıştır. Beyin bilginlerinin, hem haritayı yapana, hem de o haritasını yaptığı denizlerde (ve kıtalarda) dolaşan bir kaptana benzetilmesi ne müthiş bir kafanın ürünü! Beyin haritasının, geleneksel nöroanatomi ile sınırlanabilirliğinden ciddi biçimde kuşkudayım. “Filanca bölge, Kaudat’ın 3mm önünden geçip, 6mm üstünden başlar” türünden bir bilginin beyinde olup bitenleri tek başına açıklaması güç. Şu anda beyinde gördüklerimizin, hayat içindeki evrimini ve olup-bitenlerin çerçevesini anla(t)mamıza yardımcı olan bu türden anatomik haritalar, haritaladıkları bölgelerin nasıl göründüğünü ne kadar detayla yansıtabilirler?

Tam yansıtmaları da gerekmez belki. Beyin haritalarını, bilmediğimiz bir şehirde yol bulmamızı sağlayan bir haritaya, belki daha doğrusu, bir krokiye benzetiyorum. Yolumuzu bulabilmek için şehrin kuşbakışı fotoğrafına benzeyen beyin haritalarından daha çok, bir krokinin kabaca çizilmişliğine, şematikliğine ihtiyacımız var.

(1994)

Meraklı okura not:

Tek tek bölgelere bakarak ne öğrenebiliriz? Beyin parçalarının boyutlarını inceleyen çalışmaların önemli bir bölümünü hacim çalışmaları oluşturuyor. 1990’ların başında içinde yer aldığım bir çalışmayı örnek vereceğim. Tikleri olan hastalar ile bilinen bir hastalığı olmayan kontrol grubundakilerin beyinlerinin manyetik rezonans (MR) ile elde edilen görüntüleri karşılaştırıyor. Özellikle, tiklerde rolü olabileceği düşünülen beyin bölgelerinin (kaudat ve lentiküler çekirdekler) hacimleri hesaplanıyor. Hesaplama yöntemi de her “dilim”deki hacmin üst üste konup, toplam hacimin hesaplanması gibi, ilke olarak basit ve bilgisayar yardımıyla yapılan bir hesap-kitap.

Elde edilen üç boyutlu biçimler arasındaki farkların incelenmesi ilk adım. Beynin gelişme sürecinde geçirdiği “sarsıntı”lar, normalden sapmaların başlıca nedeni olarak kabul edilir Aynı zamanda, beyindeki yapıların boyutları, yapının kullanımı ölçüsünde de değişikliğe uğrayabilir. Çok kullanılan bir beden parçasının beyinde temsil edildiği bölgelerin, diğer kişilerdeki aynı bölgelerden geniş bir yer kapladığı gösterildiğinden bu yana, hayat süresince yaşanan çeşitli gündelik olayların beyin dokularını değiştirici üzerindeki etkileri de göz önüne alınıyor.

Beyindeki yapıların boyutları ile davranış arasında ilişki kurmanın bir sonraki adımı, hastalıkların belirtileri ile boyut arasında bir orantı olup olmadığını gözlemek. Diyelim ki, lentiküler çekirdek diye bilinen bölgenin beynin sol tarafındaki kısımı küçüldükçe, kişinin tikleri şiddetleniyor. Genellikle yapılan, bu bölgenin söz konusu belirtilerle ilişkisine yönelik fikirler yürütmek. Fakat, gerek otopsilerde, gerekse MR ile yapılan anatomik görüntülemelerde, beyinde gördüğümüz değişiklik, oldukça eski bir döneme ait ya da değişik dönemler boyunca oluşmuş izleri yansıtıyor. Tik ya da araştırdığınız, diğer belirti ise o anda yaşananı…Arada çizgisel bir bağ kurmak zor. Dokuda saptanan değişikliğin, tiklere sebep olduğunu değil, tikleri oluşturan mekanizma ile benzer bir şekilde oluştuğunu düşünebiliriz. Bu durumda, beyin yapısının kodunu oluşturan genleri incelemeye sıra geliyor. Biçimi ve hacmi değişmiş beyin dokusunu kodlayan gen nasıl bir rol oynayabilir? Tikleri olanların anne karnından itibaren yaşadıklarının, başka bireyleri geçici ve daha az etkilerken, tikleri olanların dokularını daha fazla değiştirebilmiş olması, dokunun bir hassasiyetine bağlı olabilir mi? Bu hassasiyet genetik/kalıtımsal bir yan taşıyor mu? Kolayca aşınan bir malzemeden yapılmış mobilya gibi, hoyratça kullanıldığında, daha mı çabuk yıpranıyor.tikleri olanların beyin yapıları? Bu sorular uzayıp gidiyor. Beyin görüntülerinin netleşmesi ve elde edilmesinin kolaylaşması, soruların cevaplarını bulmamızı kolaylaştırır diye umarken, bunu yapmakla birlikte, cevabı aranacak soruları da arttırıyor. İşimiz çoğaldı!