Tehlike nereden gelir: Hastalık mı, aşı mı?

Çocuklar ve sağlık, deyince kendi çocuğumuzla sınırlı olmayan bir sağlıktan bahsediyoruz. Bildiğimizi okumadan önce iyice düşünmek iyi olur

Korkutucu ve tehlikeli durumlar, bizi, duruma göre, iki yoldan birisine, ya da genellikle önce birisine, sonra da upgrade olarak bir sonrakine sürükleyebilir.

(a) “hiçbir şey yapmayalım, yoktur öyle şey”: özellikle deprem, küresel iklim değişikliği gibi bir şeyler yapmanın pek mümkün olmadığını düşündüğümüz, “bizi aşan” durumlarda, durumu kontrol edemeyeceğimiz koşullarda, zaten öyle bir şey olmadığını söyleyip, tehlikeyi yok sayarak tam siper yatabiliriz. Bunun en kabul edilir örneği, hem ölümden korkup, hem de bir gün ölüp gideceğimizi bildiğimiz halde, bu “en büyük gerçeği” unutabilmeyi, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı başarabilmemiz, aynı mekanizma sayesindedir. “Unutma, arka plana atma, yok sayma” gibi zihinsel mekanizmalar, hayata asılmamızı, er geç bir gün öleceğimiz gibi (ne zaman ve nasıl olacağını bilemediğimiz) kontrol edemeyeceğimiz durumlara takılıp kalmaktan bizi kurtarır.

Bu mekanizmamız bozulup da gerçekleri hissetmeksizin yadsıyamaz olduğumuzda, hayatımız üzerindeki kontrolü kaybettiğimiz duygusuna paralel olarak, elimizde varsa onu denetlemeye, düzeltmeye ya da kontrol etmeye çalışırız. Bir tür gerçeklerin aşırı farkındalık diyebileceğimiz bu durum “akıl kamaşması” doğurabilir.

(b) “Hiçbir şey yapmayalım, yapılabilecek her şey çok tehlikeli” ruh haline bu noktada geçiş yapılabilir. Hayatın sonluluğunun farkındalığının akıl kamaştıracak şekilde hem asıl tehlikeleri yok sayarak böyle egemenlik kazanır. Yediklerimizde ki kalorileri sayarken, yiyeceklerin etiketlerini didiklerken, doktorun önerdiği ilacı alıp almamayı (bir iki değil, binlerce kere) düşünürken, tehlikeyi abartmakla kalmayız. En azından bir tercihimiz olduğu için, (örneğin aşıya) “evet” ya da “hayır” demekle hayatımızda bir şeyi değiştireceğimize inandığımızdan ötürü, durumu fazlasıyla iyi biçimde kontrol ettiğimiz hissine kapılırız.

Bu noktada, yüzünüze aynada dikkatlice bakın. Her milimetrekaresini bir büyüteç yardımıyla incelemeye başlayın. Siyah noktalar, kıl diplerindeki iltihaplanmış bölgeler, ergenlikten kalma patlamış sivilce artığı doku bozulmaları gözünüze çarpabilir. Didiklemeye başladığımızda, prospektüs ya da uyarılarla ilgili bilgileri bilgilenmek ve önlem almak için değil de, dehşete kapılmak üzere okuduğumuzda, durumun kontrolünü korkuya kaptırırız. Korku duygusu, (b) mekanizması kanalıyla, kontrol edilebilir ya da bir şey yapılabilir algıladığımız, tercih yapabilir, sorumluluk alabilir gözüktüğümüz durumlarda işi ele alır maddesindeki gibi). Yok, zaten yapacağımız bir şey yok diye düşünüyorsak, durumun gerçek tehlikesini unutturacak (a) mekanizması devreye girer.
İki mekanizma da, eninde sonunda “hiçbir şey yapmayalım” (“ama gerekeni yapmadığımız için de hiçbir sonuç doğmasın”) yaklaşımını tetikler. Karşısına aslan çıkan kuzunun dehşetten adeta donakaldığı, ne kaçabildiği, ne savaşabildiği an çıkagelir.

ABD’deki doktorlar arası bir yazışma grubunda aşılardan önce yakınıp kötüleyen, sonra da telaşa düşüp (“herkes aşılanıyor, biz de …”) aşılanmaya karar verip bu sefer de ‘aşı niye az üretildi?’ diye şikayet edenlere ithaf edilmiş espride iki kadın lokantada konuşuyorlar: “Yemekler çok iğrenç, lezzetsiz”, “Evet, kesinlikle. Üstelik porsiyonlar küçücük, bir şey yiyemiyoruz”.

Çocuklar ve sağlık, deyince kendi çocuğumuzla sınırlı olmayan bir sağlıktan bahsediyoruz. Bildiğimizi okumadan önce iyice düşünmek iyi olur. Kendi çocuklarını aşılatmayanlar, başka çocukların aşılanmışlığı nedeniyle çocuklarının da hastalanmıyor olmasını aşılatmamanın hiç bir fark yapmadığına kanıt olarak göstererek kısa bir süre rahatlayabilirler (gazete/web-medyalarda görüşlerine başvurulan kişilerin bir argümanı böyle). Zaman içinde çıkabilecek (ve çıkmış olan) salgınlarda pay taşıyacaklarını söylemek bir korkutma değil. “Çocuğumu aşılatmadım, çok da sağlıklı” kanıtını öne süren kişi sonuçların hangi zaman aralığında ölçüleceğini ve sebep-sonuç ilişkisini nasıl kuracağını hesap ederek bunları söylemişe pek benzemiyor. “Ben yaptım oldu, zaten hekimler bize filanca konuda yalan söylemiş, yanlış yapmış ya da zarar vermişlerdi” gibi hepimizin hayatında tek tek yaşanmış olabilecek bir olayı da kanıtlarına ekleyerek ikna gücünü yükseltebilir. Diğer yandan, bu argüman sahiplerinin çoğunun başkalarını umursamaz olduğunu düşünmüyorum. Yadsıma, yok sayma, tıptan uzak durma,uzmanlardan kuşku duyma gibi davranışlarını kötülük olsun diye değil, kötülüklerden korkunun, çocuklarının başına gelebileceğini düşündükleri kötülüklerden duydukları korkunun etkisi altında yaptıkları kanısındayım. Çocuklarındaki otizm gibi ciddi sorunlardan aşıları sorumlu tutmaya her türlü kanıta rağmen devam edenler ise otizmi (birçok anne-babanın otomatik olarak kendisini suçladığı ve sandığı gibi) kendilerinin değil, dışlarındaki bambaşka bir etkenin oluşturduğuna inanabilmek istiyorlar (ki otizm anne-baba tutumları sonucunda ortaya çıkan bir durum değildir). Standart hekimlerin bulamadığı çözüm yolunun aşıların etkisinden onları arındıracak teknikler, beslenme düzenleri ile olacağına bağlayacakları umuttan vazgeçmek istemiyorlar.

Ancak, asıl çocuklarını aşılatmadıklarında korkulanın (ABD ve İngiltere’deki kızamık salgını gibi) hem kendi çocuklarının hem de başka çocukların başına geldiğini görmek bir çok kişiye geç ve acı biçimde olsa da gerçeği fark ettiriyor.

Medyada uzman görüşü meselesi

İşine gelmeyen durumlarda, bir sebeple istemedikleri durumlara destekleyici görüşleri internet köşelerinde arayıp bulanlar, kendi görüşlerini destekleyecek bilgisi kulaktan dolma sorumsuz bir uzman da bulacaklardır. “Aşı firmalarına milyarlar kazandıran bir entrika” ya da “filanca hükümetin halkımızı kobaylaştırması” gibi senaryoların doğruluğunu bilmek mümkün değil; konuyla bir ilgisini de kurmak zor. Senaryoları ortaya atanların “Yanlış olduğunu kanıtla o zaman” dediğini duyar gibiyim; ben de “asıl sen yanlış olmadığını kanıtla” diyerek kavgaya girebilirim. Ama beyhude olur, şimdiye kadarki deneyimlere bakarsam…

Zira, mevcut bilimsel sınama yöntemi sözlerimizin yanlış olduğunu baştan kabul edip sonra bunun böyle olduğunu kanıtlamaya çalışmak ve başaramadığımızda sözümüzün doğruluğunu değil henüz yanlışlığının kanıtlanamamış olduğunu söylemek şeklinde özetlenebilir. Üstelik bunu sadece benim iddia edip kanıtlamam yetmez; benden bağımsız çok sayıda başka klinik, laboratuvar, merkezin aynı yöntemleri kullanarak benimle aynı sonuçları elde etmiş olmasıyla “belki de söylediğim yanlış olmayabilir” deme hakkına yaklaşırım. Bilimsel jargondaki bu “özgüvensizlik”, yaparız ederizci, bir yolunu buluruzcu kültürün egemen olduğu zihinlerde (neredeyse hepimiz biraz öyleyiz açıkçası) akademisyen ve araştırmacılara karşı bir “bunlar da çok ezik yahu, hiç bir sonuca ulaşamıyorlar” duygusu doğuverir.

Otoritelere (bilimsel olanlar dahil) güvensizlik, toplumun içinde olduğu durumlara verdiği tepkilerin akıl ve mantık sınırlarını aşmasını kolaylaştırıyor. Güvenecek kimsesi kalmamış çocukların zıtlaşmacılığı, neye karşı çıktığını bilmeksizin diklenmesini sahici bir “muhalefet” olarak görmek mümkün değil. Tam tersine, kısa bir süre sonra tam teslimiyet ve kendine güven kaybı ile sonuçlanacak. Türkiye siyasetine bakınca son on yılda örnekleri çokça olan eski keskin muhaliflere benzetmemek mümkün değil.