Çağın Ruhu1: Hayatta kalmak ile yaşadım diyebilmek arasında

Şiddet hayatları tutsak alırken anne-babaların aile içi iletişimlerini geliştirmeyi hedefleyen ve bunu olabildiğince çocuk küçükken yapan yaklaşımların barışçı, insancıl aileler ve toplumlar oluşmasında katkısı olacağına inanmak ilk bakışta çoğumuza ‘naif’ gelebilir

Çocukların ve gençlerin dünyasında olan bitenler, ya da dünyada olan bitenlerin çocuklara ve gençlere yansımaları üzerine düşünmek için yıl sonu/yıl başı bir vesile sayılabilir. Zamanın çok süratli yaşandığı, aynı zaman dilimine normalde bir araya gelmesi beklenmeyecek yoğunlukta ve çarpıcılıkta bir çoğu üzüntü ve acı verici toplumsal olayın bir biçimde içine “sıkıştığı” bir yılın sonunda geriye bakınca ne görebiliriz? Gördüklerimize nasıl bir anlam verebiliriz? Yaşadıklarımızın etkisinden kendimizi sıyırıp salim kafa ile düşünebilir, olaylara tüm yönleriyle bakabilir miyiz?

Belki bir yıla değil ama içinde olduğumuz son 10-15 yıla bakmak, çocuk ve gençlerin içinde geliştikleri dünyanın ve dönemin ruhunu anlamak için ipuçları sağlayabilir. Instagram’da ‘like’layanların sayısındaki düşüşünden etkilenip “marka değerim düşüyor” diyen genç kızla başlayalım. Hemen ardından gelen genç ise, geniş sosyal çevresinin Facebook’taki 3000 küsur arkadaşı olduğunu gururla söylüyor. Orada gördüğü yaşantıların empatisini çok arttırdığını, dünyada ne haller olduğunu görmenin kişisel gelişimine katkıda bulunduğunu da ekliyor. Sosyal medya aracılığıyla dünyanın değişeceğine inanmasa bile kendi dünyasının değiştiğini söyleyen 15 yaşındaki liseli, asıl kimliğini bilgisayardaki ‘ship’ ya da ‘first person shooter’ oyunlarda bulup, oradaki öykülerde hayatın ta kendisini yaşamakta.

Zamanlarının çoğu ‘gerçek’ hayatın süratinden çok farklı, bir holivud filmi temposunda bir araya getirilmiş olaylar ve kişi bağlantılar içinde geçen gençlerin kafaları bu olay, kişi kalabalığından pek karışmamış gibi. Onlara bakarsanız, önceki kuşakların bu durumu aklının almaması şaşırtıcı değil. Önceki kuşağın kendilerinden beklediği sıkıcı, yavaş, sonucu hemen çıkmayan görevleri mecburen yerine getiren günümüz gençleri bu sıkıntıya nasıl katlanıyorlar? Normal ya da anormal sayılan sayısız yol içinde kitlesel çözümler üreten TV şovları ya da dijital oyunlar ilgimi çekiyor. Bu şov ve oyunlar bir anlamda içinde olduğumuz çağın ruhunu yansıtan modalar gibi de görülebilir.

Bu çağın ruhunu TV ya da bilgisayar oyunları yansıtıyorsa eğer, Survivor gibi popülerleşmiş ‘yıkılmadan ayakta kalma’ yarışmalarına, ya da Rust gibi tek amacı survival olan bilgisayar oyunlarına bakıp da ‘hayatta kalmak yaşantılarımızın ana temasını ve amacını oluşturuyor’, desek olacak. Terörün beklenmedik bir süratle (bu yazının bazı paragraflarını yazdığım Nisan 2016’dan sonra süratin nasıl daha da arttığını hepimiz gördük) yayılıp yaklaşması, hiç kimsenin kendisini dışında ya da uzağında hissedemeyeceği bir biçim alması, dijital dünyanın hayatta kalma oyunlarına tuhaf bir bağlam kazandırıyor.
Hayatı bir an evvel sağ salim atlatılacak bir macera gibi görenlerde bile yaşadıkları süreyi insan gibi yaşama arzusu hayatta kalma refleksinin ötesine geçebilir. Ancak çevremize baktığımızda, terörün son yıllarda tetiklediğini tahmin ettiğimiz hayatımızın bir adım sonrasını görememe hâlinin pek de yeni olmadığını düşünebiliriz. Terör, savaş ve baskı gibi şiddetin siyasi hegemonya aracı olarak kullanıldığı durumlara kadar gitmeye gerek yok: Çocuklara ve kadınlara cinsel saldırıların, aile içi şiddet ve cinayetlerin sahiden çoğalıp çoğalmadığını uzmanlar tartışadursun, neredeyse kanıksanacak kadar sık karşılaştığımız bu cinsel ve fiziksel şiddet haberleri neye işaret ediyor?

Önemli sayıda insan, dürtüleri üzerinde insanın sosyal evrimi boyunca edindiği her türlü denetimi kaldırarak aklına eseni yapmaya, kendini her türlü kısıtlamadan özgürleştirerek başkalarına zarar vermekte bir sakınca görmemeye başladıysa, terörün ruh dünyamıza olan başta korku olmak üzere duygusal etkilerinin, terörün kendisinden önce yetişip zihnimize ve davranışlarımıza yön verdiğini söyleyebilir miyiz? Yoksa, terör zaten hep vardı ve ruhlarımız bunu bombalar henüz burnumuzun dibinde patlamamış, tanıdığımız tanımadığımız canları almamış, yuvaları söndürmemişken, ama, başka yerlerde canları almaktayken hissetmeye zaten başlamış mıydı? Hissetmeye başlamıştı ki, diye düşünüyorum, sıradan insanların birbirine uyguladığı şiddet, sözde, eylemde, onyıllar içinde bu kadar çoğaldı. Güçlülerin güçsüzlere, yönetenlerin yönetilenlere olağanüstü şiddetle, korkutarak yaklaşması doğal geldi, yadırgamadık.

Özetle, hipotez şu: Ruhlarımız, aklımızdan önce, şiddetin alttan alta dünyamıza egemenliğini biliyor, seziyor, hissediyordu. Oyunlar, şovlar akla değil ruha hitap ettiği için bu bilgiye ve sezgiye göre şekillenmişti. Ben böyle yazınca kendime akla yakın gibi gözükse de, bu hipotezin kanıtları pek bol değil. Karşı görüşler de hemen bulunabilir.

Harvard’ın seçkin psikoloji profesörlerinden Steven Pinker, Better Angels of Our Nature adlı kitabında dünyada şiddetin özellikle Aydınlanma’yla başlayarak belirgin biçimde azaldığını, haberler ve anekdotlar karşıtını söylese bile istatistiklerin insanlık tarihinin en barışçı döneminde olduğumuzu gösterdiğini yazar. Eğer durum Pinker’ın belirttiği gibiyse, ruhumuzun yarınsız biçimde ve bugünün ötesini düşünmeyen yaşantılar üretmesinin terör ve gündelik şiddet dışında da sebepleri olsa gerek. Diğer yandan, bilimsel analiz ve toplumsal politikalar açısından istatistikler aydınlatıcı olsa da terörün ve genelde şiddetin etkileri kendisini tek tek her bireyin hayatında ve farklı biçimlerde gösterir. Pinker’a yöneltilen çok sayıda önemli eleştiriden birisinde, şiddet tanımını dar tutmuş olması nedeniyle ölüm sayısını savaşçılarla sınırladığı, böylece son Dünya Savaşı’nda kayıpların neredeyse yarısını oluşturmuş olan sivillerin (savaşmayanların) canlarını hesaba katmadığı vurgulanır. Yaşadığımız dönemde terör eylemlerinin ve savaşların kurbanlarının savaşçı olmayan hatta taraf bile olmayan siviller olmasını bu çerçevede düşünürsek, Pinker haklı olsa bile, terörün yaşantılarımıza etkisinin pek de azalmayacağı düşünülemez mi?
Belirsizliğin (beklenen kötü şey’in ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyor olmanın) korkutuculuğu, insanın bilgi ile aşmaya çalıştığı temel ürküntülerinden birisidir. Ne olacağını, neyin ne zaman olacağını bilemediğimizde güvenlik duygumuz sarsılır, güvendelik ihtiyacımız tırmanır. Hiç bir yerin güvenli olmadığı, kimsenin bizi koruyamayacağı hissini doğuran olaylar geleceğe ilişkin olumlu bir düşünceye de yer bırakmadığında, hayat artık toptan tehlikeli gelmeye başlar. Üzer, korkutur, öfkelendirir, kontrolsuzlaştırır.

Ancak, olaylardan etkilenmenin bir tür vadesi var. Terör olaylarının insanlar toparlanma fırsatı bulamadan üst üste gelişi, dar alana ve zamana sıkışarak yoğunlaşması ruhsal durumu bozuculuğunu daha da arttırır. Zira travmatik olay sarsıcı etkisini hemen göstermez, terör olayından etkilenenler (yardıma gidenleri de dahil etmeliyiz) ilk günler hatta haftalar içinde olayın etkisini hissetmezken, olayın izleri anı’lara dönüştükçe etkisi fazlalaşır. Düzeltilmesi ya da telafi edilmesi geciktikçe travmatikliği artar, ruh sağlığını bozucu olur.

Düşmanlık ya da kin gibi duygular kurbanlar veya onların yakınlarında, onlara yakınlık duyanlarda kaçınılmaz olarak tetiklenebilir, ancak, bu duyguların tahripkârlığı ruh sağlığını daha da bozar. Terörün travmatik etkisini telafi etmek için toplumun üyelerinin dayanışması, kurbanların acısını ortaklaşa hissetmesi, beraberce yas tutabilmesi ve bunu ayrımsız yapabilmesi önemli bir rol oynar. Empati başlığı altında toplanabilecek bir çok duygunun ya da sosyal reflekslerin bu paylaşım için doğal biyolojik zemini oluşturması beklenir. Yakınlarımızla ilişkilerimizde daha aktif olan empatinin ‘hormon’u oksitosin de bu zeminin kimyasallarından başlıcasıdır.

Ancak bu aşk ya da barışçıllık hormonu (aslında hormon işlevi gören bir nöropeptid) ve onun tetiklediği empati refleksi uzun yıllardır her türlü popüler yayında belirtildiği kadar ‘iyi’ mi? Toplumda terörün travmatik etkisinin aşılmasına yarayacak toplu dayanışmaya katkısı olur mu? Oksitosin düzeyinin ve ilişkili empatinin kendimiz gibi olana yakınlık arttırıcı etkisi tartışılmaz olmakla beraber, sahici toplumsal dayanışmanın kendimiz gibi olmayan başka kesimlerden kurbanlarla (‘öteki’) da gerçekleşmesi gerektiğini düşünürsek, oksitosin’in öteki ile ilişkide tersine bir rol oynama olasılığını ne yapacağız ? Empatinin kendimiz gibi olana yakınlaşmayı, ama olmayandan uzaklaşmayı doğurucu etkisi moralimizi bozmasın. Sadece, terör ve savaşın ruh sağlığımızı bozmasının, travmanın toplumu felç etmesinin önüne geçmek için empatinin ya da iyi dileklerin tek başına yetmeyeceği, şiddeti ve terörü doğuran sosyal ve ekonomik asimetrik koşulların düzeltilmesinin de barışçı bir dünya için öncelikle gerektiği apaçık.

Sosyal ve ekonomik konuların çocuk ve ergenlerin ruh sağlığında yeri bu kadar belirleyici mi? Barışa giden yolda toplum içindeki iletişim ve ilişkilerin geliştirilmesine dayalı yaklaşımlardan vazgeçmeli miyiz? Yoksulluk ve eşitsizlik gibi yapısal şiddet çeşitleri ya da terör olayları ve savaşlar gibi doğrudan şiddet hayatları tutsak alırken anne-babaların aile içi iletişimlerini geliştirmeyi hedefleyen ve bunu olabildiğince çocuk küçükken yapan yaklaşımların barışçı, insancıl aileler ve toplumlar oluşmasında katkısı olacağına inanmak ilk bakışta çoğumuza ‘nahif’ gelebilir.

Oysa yoksulluğun, eşitsizliğin ya da terörün ve savaşın ‘ebeveynlik üzerindeki etkilerini azaltmak, ve dolayısıyla, çocuğun hayatındaki güvenlik hissini arttırmak mümkün’ ise, toplumda dayanışma ve acı paylaşmaya en küçük birimden, toplumun öteki kesimlerine yayılmak üzere, başlanabilir. Güvende hissine sahip olanlar başkalarının acılarına kayıtsız kalamaz, yaslarını paylaşabilirler. Şiddetin tırmanan etkisini sınırlamak, terörü çağın ruhuna hakim olmaktan çıkartmak için bir ilk adım.

Dipnotlar
1 Semin Gümüşel’in AJN için Nisan 2016’da sorduğu soruya verdiğim yanıt/yazıdan türettiğim bir yazı.